Adnan Menderes'in İdam İle Sonlanan Trajik Hayat Hikayesi

 

27 mayıs 1960

“Kıvrım kıvrım şuh ve oynak, Ege kıyılarına inen Menderes” diye söze başlar Necip Fazıl Kısakürek, Menderes nehrini tarif ederken, Adnan Menderes’in kaderini de bu nehre benzetmiştir. Menderes’in hayatı anne babasını, ablasını kaybettikten özellikle de siyasete girdikten sonra kıvrım kıvrım akmış zorlu yollardan, iniş çıkışlardan geçmiştir.  Tuğrul Sarıtaş’ın ifadesi ile “Çakır Beyli Çiftliği’nden, çakır dikenli yollarda yürüyen, günümüzde suçluluğu ile suçsuzluğu tartışılan, bir devre imza atmış, bir imzasıyla da idam sehpasında son bulan bir ömrün adıdır, Menderes.”

               Adnan Menderes 1899 yılında İzmirli Katipzade İbrahim Etem Bey ve Hacı Paşazade Tevhide Hanım’ın ikinci çocuğu olarak Aydın’da Sarayiçi Mahallesinde dayısı Sadık Bey’in konağında dünyaya gelmiştir. Menderes’e Arapça “cennetler, cennette bir makam” anlamına gelen Adnan ismi verilmiştir. İbrahim Etem Bey, Katipzade İsmail Bey’in oğludur. İzmirli Katipzadeler diye tanınan bir aileden gelmektedir. Katipzadeler’in önceki kuşak dedelerinden Hacı Mehmet Efendi İzmir’e ayanlığa benzer bir görev nedeni ile gelip yerleşmiştir. İbrahim Etem Bey’in de iyi bir eğitim aldığı ve tahrirat kâtibi olarak görev yaptığı bilinmektedir.

               Tevhide Hanım’ın babası Büyük ve Küçük Menderes boylarının toprak beyi Hacı Ali Paşa’dır. Bu yüzden Hacı Ali Paşazadeler diye anılmışlardır. Hacı Ali Paşa’nın Eskişehir civarından Tire’ye göç etmiş bir Tatar olduğu tahmin edilmektedir. Adnan Menderes’in yuvarlak yüz hatları, hafif çekik gözleri ve simsiyah saçları ile görünümünü Tatarlıktan almış olması muhtemeldir. Hacı Ali Paşa öncelikle Tire taraflarında bir çiftliğe kâhya olmuştur. Kâhya Ali, çiftliğin dul kalan hanımı ile evlenerek Ali Ağa olmuş, daha sonra Hacı Ali Ağa, II. Abdülhamid tarafından kendisine verilen ve “miri miran” denilen bir çeşit sivil paşalık rütbesi ile Hacı Ali Paşa diye anılmıştır.

               İbrahim Etem Bey ile Tevhide Hanım’ın evliliklerini aileleri tasvip etmemiştir. Hacı Ali Paşa, İbrahim Etem Bey’i kendilerine damat olarak uygun görmüyordu. Buna sebep olarak farklı görüşler vardır. İbrahim Etem Bey’in o sırada küçük bir memur oluşu ya da evliliğe mâni teşkil edebilecek verem hastalığına yakalanmış olması ihtimaller dahilindedir. Buna rağmen Tevhide Hanım, İbrahim Bey’e kaçmıştır. Bu durum aile içinde büyük bir tepki ile karşılansa da konu komşu ve hatırı sayılır kişilerin araya girmesi ile Hacı Ali Paşa sakinleştirilmiş ve bu evliliğe razı edilmiştir.

               Tevhide Hanım ikinci çocuğu Adnan Menderes’i dünyaya getirdikten kısa bir süre sonra vereme yakalanmıştır. Bunun üzerine aile İzmir’e yerleşmiş Tevhide Hanım burada gördüğü tedaviye olumlu cevap veremeyerek hayatını kaybetmiştir. Eşinin kaybından kısa bir süre sonra İbrahim Etem Bey de verem nedeni ile tedavi olmak için gittiği İstanbul’da vefat etmiştir. Menderes anne ve babasını hiç hatırlamamaktadır. Onları belleğinde silik bir hatıra şeklinde bile kalmayacak kadar küçük yaşta kaybettiği kesindir. Menderes 9 yaşlarına geldiğinde ise anne tarafından dedesi Hacı Ali Paşa’nın 1908 yılında bir eşkıya çetesi tarafından pusuya düşürülerek öldürülmesi üzerine çiftlik ve toprakların mülkiyeti çocuk yaşta kendisine kalmıştır.

               Adnan Menderes’in Hatice Melike adında kendisinden iki yaş büyük bir ablası vardır. O da tıpkı anne ve babası gibi ince hastalıktan on yaşlarında iken 1908 yılında ölmüştür. Hayatta en yakını olan Melike’yi İzmir’de Beyler sokağındaki evlerinde kaybettikten sonra Menderes bütünüyle yalnız kalmıştır. Menderes ablasını çok iyi hatırlamaktadır. Yakın bir dostuna ablası ile ilgili şunları söylemiştir. “Melike’nin ölebileceğini hiç düşünmemiştim. Onunla canımız kanımız bir gibiydi. Sanki yekpare bir gövde idik. Ve ben onda yaşıyordum. Melike’yi çok küçük olmasına rağmen anne gibi seviyordum. Onu minik yaşı içinde bütün sıcaklığı ile babaannemden daha yakın hissediyordum.”

               Menderes kardeşini de kaybedince babaannesi Fatma Fitnat Hanım O’na sahip çıkmıştır. Hatta Menderes’in belli bir süre babaannesini annesi bildiği bilinmektedir. Fitnat Hanım, Katipzade Mehmet Efendi ile Katipzade Safiye Hanım’ın kızıdır. 1853 yılında İzmir’de doğmuş ve 65 yaşında iken 26 Şubat 1918 tarihinde o zaman yedek subay olan Menderes’in ziyaretine gittiği İstanbul’da vefat etmiştir. Fitnat Hanım torunu ile yakından ilgilenmiş, O’nun yetişmesi, iyi bir eğitim alması ve kendini yalnız hissetmemesi için çaba göstermiştir. Babaannesinin Adnan Menderes üzerinde güçlü bir etkisinin olduğu kesindir. Menderes babaannesinden şöyle bahsetmektedir: “Ben ilk terbiyemi, ilk eğitimimi onun tükenmez şefkati, tükenmez ilgisi, tükenmez muhabbeti ve tükenmez sabrından aldım. Hayatımda babaannem kadar vatanını, toprağını, bayrağını seven ikinci bir kadın görmedim. Düşünebiliyor musun doktorum, ana baba yok, kardeş̧ yok ve benim hayatımda bin türlü zorluklar gösteren, büyümenin dertlerini paylaşan, bunları göğüsleyen oldukça ileri yaşa ulaşmış̧ tek bir insan var, babaannem” Fitnat Hanım Menderes’i İzmir İttihat ve Terakki Mektebi’ne yazdırmıştır. Burada rüştiye kısmını okuduktan sonra Kızıl Çullu’da ki Amerikan Kolejinde eğitimine devam eder. Okul bitmeden Birinci Dünya Savaşı patlak verir. 1916 Ekim ayında Harbiye Nezareti tarafından İstanbul Erenköy’deki İhtiyat Zabiti Talimgahı’na Yedek Subay olarak görevlendirilir. Babaanne ile torunu arasındaki güçlü bağ bu yıllarda da devam eder. Fitnat Hanım, Menderes’i askerlik döneminde de yalnız bırakmaz ve İstanbul’a O’nun yanına gider. Bu sırada İstanbul’da kaldığı Şahin Paşa otelinde veremden vefat eder. Böylece Menderes, genç yaşta yakınlarından birini daha kaybetmenin derin acısını yaşar.

Fitnat Hanım’ın Menderes’in hayatındaki rolü çok büyüktür. Torununun ne iş ile iştigal olursa olsun toprak ile olan bağını koparmamasını ister. Adnan Menderes’e bir de vasiyeti bulunmaktadır. “Benim güzel Adnan’ım sana tek vasiyetim; hangi tahsili yaparsan yap, ne olursan ol, nerede bulunursan bulun mutlaka ecdadından kalan toprakların kucağına dön. Sakın onları öksüz bırakma. Bu vediaya ne kadar önem verirsen ne kadar çaba gösterirsen o nispette mükafatını alırsın. Unutma toprakla uğraşmak bir bakıma peygamberlerin en aziz en değerli meslekleri olmuştur. Aman Adnan’ım dikkat et toprağa hıyanetin cezası çok korkunçtur. Hele senin gibi on binlerce dönüm araziye sahip olan bir insanın çiftliğini yüz üstü bırakması, onu tabiatın hoyrat ellerine terk etmesi affedilmez bir günah olur. Hazer et!”  Menderes babaannesinin bu sözlerini arkadaşı Mükerrem Sarol’a anlatırken duygulanmış ve babaannesini daima saygı ile yad etmiştir.

               1918’de Mondros Mütarekesinin imzalanması ile Adnan Menderes askerlikten terhis olur. 27 Mayıs 1919’da Yunanlıların Aydın’ı işgal etmesinden sonra en yakın arkadaşı Etem Menderes ve birkaç subay ile Ay-yıldız adını verdikleri bir Kuvayi Milliye çetesi kurarak direnişe katılırlar. Menderes düzenli orduların kurulması ile 06 Ekim 1920 tarihinde yeniden askere alınmış Aydın’da cephe gerisinde 1923 Ağustosu’nda terhis olana kadar görev almıştır. İstiklal Savaşındaki bu hizmetlerinden dolayı 26 Ocak 1931 tarihinde kendisine istiklal madalyası taltif edilmiştir.

               Adnan Menderes’in Aydın’daki Çakır Beyli Çiftliğine Bey olarak dönmesi ise mütarekeden sonraki döneme rastlar. Bu sırada on sekiz yaşını henüz aşmış bir delikanlıdır ve yanında İzmir’de okul sıralarında tanıştığı en yakın dostu Etem Menderes de vardır.  Yıllar sonra eşi Berrin Hanım’a bu dönemi anlatırken “Çiftliğe ilk geldiğim vakit başımı sıfır numara tıraş ettirmiştim, işimden gücümden ayrılmayayım, bir yere gitmeyeyim diye” ifadesini kullanmıştır. Buradan anlaşılacağı üzere Menderes ilk zamanlarda karşılaştığı zorluklara rağmen çiftlikte ve topraklarında çalışmak, üretmek için isteklidir. Dedesi Hacı Ali Paşa’dan Menderes’e miras kalan çiftliğin yüzölçümü tam olarak bilinmemekle beraber 40.000 ila 60.000 dönüm civarında olduğu tahmin edilmektedir. Aydın’da doğmasına rağmen çocukluğu ve ilk gençlik yılları İzmir’de geçen Menderes Çakır Beyli Çiftliğine geri dönüşünü kendi sözcükleri ile şöyle ifade etmektedir: “Köye gelişimin haberi yayılmıştı. Ama köylü tedirgin. Herkes aslı bizim olsa da el koyduğu, kapattığı kendi malı gibi benimsediği mallardan, topraklardan endişeli. Ama gene de Bey’e gidelim demişler. Geldiler. Ama ne görsünler? Bu Bey hayallerindeki Bey değil. Ben, sade son hastalıklarla 15 kilo kaybetmişim. Karşılarında kırk kilo kadar görünen 20 yaşında bir mahluk. Onların sözlerini yarı duyan yarı duymayan ne cevap vereceğini bilmeyen, hatta oturmasını dahi beceremeyip ellerini birbiri içinde oğuşturarak ayakta sağa sola kıvranan bir zavallı, çelimsiz çocuk! Ben bir daldaki serçenin ürkek, kararsız huzursuzluğu içindeyim”

               Adnan Menderes’i çiftliğe dönüşünde ilk karşılayanlardan biri Kâhya Memişoğlu’dur. Ona kılavuzluk etmiş, yol yordam göstermiş, toprağına nasıl sahip çıkacağını, çiftlik hayatına dair bilgileri kendisine aktarmıştır. Köylünün hayalindeki heybetli Bey ile Adnan Menderes’in duruşu, tavrı örtüşmemektedir. Kâhya Memişoğlu devreye girerek “Bu ne biçim Beylik?” der. “Sen burada, herkesin titrediği bir büyükbabanın odasındasın! Nedir bu halin? Sanki suç işlemiş̧ gibisin! Böyle pısırık durma!.. Şimdi bana bak! Bu duvarlara silahlar asılacak! Çifteler şu tarafa, mavzerler bu tarafa! Sonra belinden tabancayı sallandıracaksın. Atının kamçısı çizmende olacak! Bey dediğin böyle olur” Menderes Kâhya Memişoğlu’nu bir bilgeye benzetmiştir. Yılların tecrübesi ve köy kültürüne dair görgüsü ile daima Menderes’in yanında olmuş O’nun halkla ve çevreyle uyumu için son derece çaba sarf etmiştir. Adnan Bey kısa sürede yeni hayatına uyum sağlarken, toprakla da sıkı bir bağ kurmuştur. Özellikle 1922 ile 1930 yılları arasında toprakla haşır neşir, dingin huzurlu bir hayat yaşadığı söylenebilir. Doğduğu topraklarda çiftlikte ekip biçmiş, köylü ile iç içe bir hayat yaşamıştır.

               Adnan Menderes’in çiftlikten uzak olduğu yıllarda toprakları sahipsiz kalmıştı. Köylü bu topraklar üzerinde ağaç dikmiş, zeytinlik, bağ bahçe yapmıştı. Mülkiyeti Adnan Bey’e ait olan araziler üzerinde gelişi güzel tasarruflarda bulunmuştu. Adnan Bey bu durumu şöyle izah etmektedir: “Ben çiftliğin başına geldiğimde anam babam çok evvel ölmüş bulunuyorlardı. Aradan çok zaman geçmişti. Sahipsiz kalmış arazinin şurasında, burasında bir takım fuzuli tasarruflar, işgaller olmuştu. Zeytin yetiştirmek, ağaç yetiştirmek teşebbüslerine girişilmişti. Ayrıca köylüler için mühim olarak kullanılabilecek dağ parçaları vardı. Arazim, tapum altında olduğu halde, bu teşebbüslerin hiçbirine müdahale etmedim. Komşularımla ve köylülerle bir tek davam olmadı. Tasarrufum altında bulunan fakat istifadelerine bıraktığım araziyi tapu terki suretiyle 1932 senesinde tamamıyla onların tasarruflarına terk ettim.” Menderes bu sözleriyle köylülerle hiçbir sorun yaşamadığını belirtmektedir. Kendi tapulu arazisi üzerindeki köylülerin fiili kullanımlarına karşı engelleyici bir tutum takınmamıştır. Demek ki Menderes milletvekili olduktan sonra arazilerin bir kısmını tapu terki yolu ile köylülere vermiştir. Daha sonraki yıllarda toprak reformuna kadar elindeki arazinin miktarı 3000 dönüme kadar inmiştir.

               Adnan Menderes’in gençlik yıllarında çiftlik hayatında irtibatta olduğu kişiler ve köylüler ile yakın münasebeti ilerleyen dönemde siyasetçi kimliğinin oluşumunda ve halk ile samimi iletişiminde önemli bir etken olacaktır. Menderes halkın gözünde daima sıcakkanlı, sevecen, sempatik ve iletişime açık bir kişilik olarak yer edinmiştir. Gerilim ve tartışmalardan uzak bir mizacı ve halkı coşturan bir siyasetçi kimliği vardır. Giyimine ve insanlar karşısındaki imajına ince detaylarına kadar ihtimam gösteren biridir Tüm bu yönlerinin gelişiminde babaannesi Fatma Fitnat Hanım ve Kâhya Memişoğlu’nun etkisi ise yadsınamaz.

               1928 yılı Menderes’in hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Adnan Bey o yıllarda yazlarını Aydın Çakır Beyli ’deki Çiftliğinde kışları da İzmir Karşıyaka’daki evinde geçirmektedir. Avukatı Sadık Bey bir gün kendisine İzmir’in tanınmış ailelerinden Evliyazade ailesinin küçük kızları Berrin Hanım’dan söz eder. Kendisi de Ailenin yakın dostudur ve Adnan Bey ile Berrin Hanım’ın izdivaçlarını uygun görmektedir. Konuyu Evliyazade ailesine açmadan önce Adnan Bey ile paylaşmayı uygun bulmuştur. Menderes olumlu karşılarken, Evliyazade ailesi ise çiftin birbirlerini görüp tanışmalarını uygun bulur. Bunun üzerine İzmir’in meşhur Elhamra Sinemasının pastanesine Menderes, Avukatı Sadık Bey ile Berrin Hanım ise annesi Naciye Hanım ile gelerek farklı masalara otururlar. Adnan Bey, Berrin Hanım’ı birkaç masa öteden görür. Daha sonra Adnan Bey ve Berrin Hanım sinemanın holünde Sadık Bey tarafından tanıştırılırlar. Bu buluşma evlilik ile neticelenir. Adnan Menderes ile İzmirli Evliyazade ailesinden Fatma Berrin Hanım 02 Eylül 1928 tarihinde Karşıyaka’da evlenirler. Anlaşılan o ki Adnan Bey’in evliliği görücü usulü ve geleneklere uygun olarak gerçekleşmiştir.

               Adnan Menderes Berrin Hanım ile evlendikten iki yıl sonra 09 Eylül 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası ile siyasete atılarak topraktan ve çiftlikten kopmuştur. İlerleyen yıllarda siyasetin yoğun temposu özellikle de iktidarda olduğu 1950 sonrası Ankara’nın yoğun gündemi ile meşgul olmuştur. Fakat toprağa ve çiftliğe duyduğu özlemi de sık sık dile getirmiştir. Şevket Süreyya Aydemir’in kitabında verilen bilgilere göre Menderes’in yakın arkadaşları -siyasetle meşgul olduğu yıllarda- O’nun memleketine ve geçmişe olan özlemini şu sözlerle dile getirmişlerdir : “Bazen de birden, içinden bir toprağa dönüş̧ hasreti taşardı ve bu hasret, hem yakarış̧ hem itiraf şeklini alırdı.” Menderes arkadaşına şöyle cevap vermiştir: “Çakır Beyli’ den dışarıya taşmakla acaba hata mı ettim? diye düşündüğüm olmuştur. Şimdi Karagöl burnumda tütüyor. O zalim Çine Çayı, o taşkınlı Menderes, sabahları ovaya inen sis. Sonra o karşı ufuklarda Aydın Dağları, Samsun Dağları…” Adnan Menderes çocukluk ve gençliğinin geçtiği toprakları her zaman özlemle yad etmiş, Çakır Beyli ve çiftlik Menderes’in hayatında daima özel bir yere sahip olmuştur.

               Adnan Menderes ne kışladan gelmiş bir komutan ne de bürokrasiden gelmiş bir amirdir. Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesi ile o “topraktan gelen bir lider”di. Onun çiftlikte köylülerle olan birlikteliği, ticarette esnafla dostluğu halkın arasında ve iç içe olmasına vesile olmuştur. Bu durum ilerleyen yıllarda siyasi yaşamına olumlu yönde katkı sunarak, halk ile Menderes arasındaki güçlü bağın oluşmasına neden olacak, yine kendisinin ifadesi ile “itilmiş kakılmış” milyonlar Menderes’te kendilerini bulacaklardır.  

               Adnan Menderes’in 1920 ile 1930 yılları arasında Aydın ve İzmir arasında geçen özellikle Çakır Beyli Çiftliğinde çiftçilik ve tarım ile yoğrulmuş hayatından siyasete geçişi planlı bir çabanın sonucu gerçekleşmemiştir.

               1929 Dünya Ekonomik Bunalımı diğer ülkeleri olduğu gibi Türkiye’yi de etkilemişti. Ekonomik yaşamdaki bozulma Cumhuriyet Halk Fırkasına karşı halkın hoşnutsuzluğunu da arttırıyordu. 1930 yılına gelindiğinde Mustafa Kemal Paşa halkın iktidara karşı artan muhalefetini üstlenecek ve denetim altına alacak aynı zamanda Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkan bir muhalefet partisi kurmaya karar verdi. Bu konudaki düşüncesini yakın dostu Fethi Okyar ile paylaşmıştır. Aralarındaki bir dizi görüşmeler neticesinde 12 Ağustos 1930 tarihinde Fethi Okyar liderliğindeki Türkiye’nin ikinci muhalefet partisi olan Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Parti, Cumhuriyet Halk Fırkasının devletçi politikalarına karşı liberal bir program benimsemiştir.  Ayrıca Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve laiklik esaslarına bağlı insan hakları ve özgürlüklerin herkese eşit bir şekilde uygulanmasını savunan bir parti olduklarını belirtiyorlardı. SCF kurulduğu andan itibaren küçük bir parlamento içi muhalif parti olmanın ötesinde CHF’den hoşnutsuz kitleleri kendi içinde barındırmaya başlayan bir kitle partisine dönüşüyordu.

               Fethi Bey partinin kuruluşundan kısa bir süre sonra parti il ve ilçe teşkilatlarını kurma gayesi ile ilk yurtiçi seyahatini İzmir ve çevresine gerçekleştirmişti. İzmir ve Karşıyaka’da gerekli teşkilatlanmalar kurulduktan sonra trenle Manisa’ya ve oradan 10 Eylül akşamı Aydın’a gitmek için harekete geçildi. Tren yolculuğu sırasında konu Aydın il teşkilatı başkanlığına kimin getirileceği idi. Düşünülen ilk isim Aydın’da belediye başkanlığı yapmış Sanizade Fuat Bey idi. Ancak daha sonra Aydın Milletvekili Dr. Reşit Galip Bey ve Necip Ali Bey’in tavsiyeleri ile il teşkilatı başkanlığı için Adnan Menderes düşünüldü.

               Adnan Menderes, Fethi (Okyar) Bey ile Aydın’daki görüşmesini yıllar sonra 1949 yılında İstanbul’da katıldığı bir davette, Fethi Bey’in oğlu Osman Okyar’a şöyle aktarmıştır: ”Fethi Bey İzmir’de esas (05 Eylül1930) konuşmasını yaptıktan sonra, konuşma yapmak, halkla tanışmak ve Serbest Fırkanın örgütünü kurmak üzere Aydın’a doğru giderken, yanındaki arkadaşları, il başkanlığı için, tanınmış bir aileden gelen, sevimli ve kabiliyetli bir arkadaştan kendisine bahsettiler ve beni il başkanı olarak tavsiye etmişler. Çiftliğe gelenler Aydın’da, beni Fethi Beyin beklediğini söyleyince arabaya binip yanına gittim. Beni, samimi bir tarzda karşıladı, ülkenin hayatını değiştirecek olan yeni fırkanın programından bahsetti ve Aydın’da Serbest Fırkanın başkanı olmamı teklif etti. Ben, yeni partiye sempati ile bakıyor, başarılı olmasını arzu ediyordum. Ancak, bağlı bulunduğum çiftlikten ayrılmak istemiyor ve doğrusu politikaya atılmaktan çekiniyordum. Bu düşüncelerimi ifade ederek, Fethi Bey’e teşekkür ettim ve kendisinden özür diledim. Cevabı, hiçbir mazeret kabul etmeyeceğini ve ülkenin kıymetli evlatlarının hizmetten kaçamayacaklarını, açılan yeni ufuklara beraberce yürüyeceğimiz, şeklinde oldu. Konuşmamız gecenin geç vakitlerine kadar heyecanlı bir hava içinde sürdü, nihayet ikna oldum ve Serbest Fırkayı Aydın’da kurmayı kabul ettim. “

               Adnan Menderes SCF kurulduğunda 30 – 31 yaşlarında idi ve Aydın’da çiftliği ile meşguldü. Siyasete atılmaktan çekince göstermesinde çiftlik işlerinin yanı sıra eşi Berrin Hanım’ın bu konudaki isteksizliği de önemli bir rol oynamıştır. Zira Berrin Hanım, dayısı Refik Bey’in damadı eski ittihatçılardan Dr. Nazım Bey’in İzmir Suikast davasında yargılanıp idama mahkûm edilmesine tanık olmuştu. Bu nedenle Menderes’in de siyasete girmemesi konusunda diretiyordu. Hatta Adnan Bey’in siyasete girdiğini öğrendiğinde kendisine niçin politikaya atıldığını soran bir telgraf göndermiştir. Dolayısıyla Berrin Hanım’ın eşinin siyasete katılımında isteksiz davrandığı hatta engellemeye çalıştığı görülmektedir.

               Serbest Cumhuriyet Fırkasına katılması ile birlikte Adnan Menderes’in yaklaşık 30 yıl sürecek olan siyasi hayatı da başlamış oluyordu. Menderes’in SCF’ye katılımında partinin liberal ekonomi politikalarını destekliyor olmasının da etkisi vardır. Zira Menderes o yıllarda Aydın Ticaret Odası üyesi ve Ziraat Odası başkanı idi. Dolayısıyla iktidarın izlemiş olduğu devletçi ekonomi politikalarının izdüşümlerini en iyi şekilde gözlemleyebilecek bir konumda bulunuyordu. 09 Eylül 1930 tarihinde Aydın Serbest Cumhuriyet Fırkasının il yönetim kurulu başkanlığına getirilen Adnan Menderes’in bu ilk siyasi deneyimi ne yazık ki çok uzun soluklu olamamıştır. SCF’nin kısa bir süre sonra 17 Kasım 1930 tarihinde kendini fesih etmesi ile Menderes’in de Aydın’daki parti başkanlığı görevi sona erecektir.

               Menderes SCF’nin feshinden sonra siyasete devam edip etmemek konusunda kararsızdı. Bu süreçte CHF bir toparlanma sürecine girmiş, halkın temel gereksinimleri ve rahatsızlıklarını belirlemek gayesi ile yurdun farklı bölgelerine heyetler göndermişti. Bu heyetler SCF’nin yoğun ilgi gördüğü bölgeler üzerinde yoğunlaşıyordu. Heyetler öncü fikirleri olan kimseler ile temasa geçiyor ve bu kişileri partiye kazandırmayı amaçlıyordu. CHF’nin Ege bölgesine gönderdiği heyetin Aydın’a gelmesinden sonraki gelişmeleri ise Menderes şöyle ifade etmektedir: “Fethi Bey’in partisi malum şartlar altında feshedildi ve memlekete derin bir teessür hâkim oldu. Halk Partisi ise kendini toparlamak istedi. Vilâyetlere heyetler gönderildi. Bu arada İzmir ve Aydın’a da Celâl Bayar riyasetinde Vasıf Çınar, Ziya ve Halit Onaran’dan müteşekkil dört kişilik bir heyet geldi. Ben gelen heyetle bir hafta temas etmedim. Nihayet Celâl Bayar tanıdığım ve hürmet ettiğim bir zattı. Vasıf Çınar İttihat ve Terakki İdadi Mektebi’nden hocamdı. Nihayet Halit Onaran da iyi tanıdığım olmak itibarıyla kendileriyle temas, çekinilmez bir hal aldı. Ve temas temin edildi. Bu muhterem zatların ibram ve ısrarı üzerine Halk Partisi’ne girerek fikirlerimizi müdafaa etmek muvafık olacaktı. O zamana kadar ve benimle beraber çekingen tanınan arkadaşlarla Halk Partisi’ne girdik.” Menderes, CHF’ye geçerken Aydın’da CHF teşkilatının yeniden kurulması, il ve ilçe teşkilatlarının işlerine karışanların partiden uzaklaştırılması ve Aydın Belediye seçimlerinin yeniden yapılmasına yönelik şartlarını dile getirmiş̧ bu şartlar da Celâl Bayar başkanlığındaki heyet tarafından kabul edilmiştir. Nitekim kısa bir süre içinde de parti, belediye ve 1932’de kurulan Halkevi Menderes’in ekibi tarafından idare edilecektir.

               Adnan Menderes’in Cumhuriyet Halk Fırkası’na geçişi ve Aydın’da teşkilatını örgütlediği bu dönemlerde tesadüftür ki Atatürk de halkın eğilim ve isteklerini gözlemlemek gayesi ile uzun bir yurt gezisine çıkmıştı. Bu gezinin Aydın durağında ise Menderes ile tanışacaklardı. 3 Şubat 1931 tarihinde özel treni ile Aydın’a ulaşan Atatürk’ü Aydın valisi Fevzi Bey ile Ordu Müfettişi Fahreddin Paşa il sınırında karşılamış ve şehir merkezine birlikte gelmişlerdi.

               Menderes’in anlattıklarına göre Atatürk Aydın’a geldiğinde, CHP’nin il örgütüne gelmek istememiş ve son anda bazı ısrarlar üzerine usulen bir ziyaret yapmıştır. Menderes bu konuda şunları anlatmıştır: “(Atatürk) Aydın’a geldiler. Ben, Halk Partisi Reisi idim. Bütün Serbest Fırka mevcutlarının Halk Partisi’nin kademelerine girmiş oldukları kendilerine jurnal edilmiş olduğu için, Aydın’da birçok ziyaretlerini yaptıkları halde, Halk Partisi’ne gelmeyi arzu etmediler. Nihayet, Vasıf Çınar ve arkadaşlarının ısrarları üzerine ve eminim ki istemeyerek, sırf usul zaruretiyle yaptıkları bu ziyaretin uzamamasını, mümkünse beş dakikada bitirilmesini arzu ediyorlardı. Nitekim teşriflerinden sonra, ikram ettiğimiz sigarayı dahi almak istemediği gibi, kahve emredip etmediklerini sordum, onu da istemediler” Menderes’in bu anlattıklarına göre Atatürk’ün partiye uğramak istememesindeki etken, halihazırdaki partililerin eski SCF’li olduklarının söylenilmiş olmasıydı.

               Atatürk ile Menderes arasındaki konuşma daha çok kooperatifleşme ve sanayileşme gibi ülke meseleleri ile ilgili olmuştur. Menderes konuşmanın seyrini şöyle aktarmaktadır. “Başladığımız sohbette, o zamanki isimleri ile Gazi Hazretlerinin son derece alakalandıkları aşikâr görünüyordu. Orada İl İdare Kurulundan 7 aza ve İlçe İdare Kurulundan 7 aza hazırdılar. Fakat iltifat buyurdular. Sohbet Atatürk’le, hemen hemen aramızda geçti. İlk defa teklif ettiğim sigarayı almayan ve kahve istemeyen Büyük Gazi’nin, memleket meseleleri üstünde sohbet derinleştikçe, kendilerine zaman zaman takdim ettiğim bir paket Gazi sigarasını içip bitirmiş olduklarını, dönüşlerinde müşahede ettim. Ve ayrıca dört kahve emir buyurdukları da bugünkü gibi hatırımdadır. Programlarında da aksaklık oldu. Çünkü, birkaç dakikalık bir ziyaret için teşrif buyurdukları orada tam dört saat kaldılar.”

               Görüldüğü üzere Menderes Atatürk’ün kısa bir süre için geldiği partide, memleket meselelerine dair konuların ele alınması ile ziyaretin uzadığı ve sohbetin neredeyse ikisi arasında geçtiğini ifade etmektedir. Atatürk bu karşılaşmadan oldukça iyi izlenimler edinerek ayrılmıştır. İlerleyen dönemde Menderes’in Vasıf Çınar ve bazı arkadaşlarından işittiğine göre Atatürk Aydın gezisinde yanında bulunan Recep Peker’e Menderes’ten söz ederek “Bugün konuştuğum genç, elbette burada bizim parti mutemetlerimizle çalışamaz. Şayan-ı dikkat bir gençtir” demiştir. Buradan hareket ile bu görüşme sonrasında Gazi’nin Menderes’i milletvekili olarak mecliste görmek istediği anlaşılmaktadır. Zira Menderes’in tarıma dair bilgi birikimi ile Mecliste yararlı eleştirilerde bulunabileceği umudu Atatürk’te hasıl olmuş olmalıdır.

               Nitekim 1931 yılında yapılan genel seçimlerde Adnan Menderes’in Aydın’dan milletvekili adayı olduğunu öğrenmesi kendisi için bile sürpriz olmuştur. Bu gelişmeyi Menderes şöyle anlatmaktadır. “Parti o zaman şöyle ilan etmişti: Mebus olmak isteyenlerin behemehal Parti Merkezine müracaatları şarttı. O zaman hatırladığım ve gazetelerin yazdığına göre 6000 küsur kişi mebusluğa talip oldu. Halk Partisi benim, şart olmasına rağmen, böyle bir talepnamemi çıkaramaz. Ama, hiç teşebbüs etmediğim halde ve bir sürpriz olarak, gece yarısı namzetler arasında ismimin okunduğunu, ertesi sabah arkadaşlarım söylediler. Çünkü, ben bütün gün işimle, gücümle meşgul olarak, gece radyoyu bile dinlemeden yatmıştım.” Menderes’in bu sözlerinden kendisinin Parti Genel Merkezince Milletvekili aday adayı olarak belirlendiğini ve ayrıca Menderes’in Milletvekili adayı olmak için resmi bir talepte bulunmadığını anlıyoruz.

               Meclis 4. Dönemi 04 Mayıs 1931’de çalışmalarına başlamış Adnan Menderes de Milletvekili yeminini ederek göreve başlamıştır. İlk kez milletvekili olarak göreve başladığı 1931 yılından partiden ihraç edildiği 1945 yılına kadar dört yılda bir yapılan seçimlerde yine Aydın’dan milletvekili seçilecektir.

               İlk kez mebus seçilerek Ankara’ya geldiğinde henüz otuz iki yaşındadır. Arazilerinin önemli bir kısmını tapu terk yoluyla köylülere bırakmış, çiftliğin idaresini de güvendiği kahyasına teslim etmiştir. Mebusluğun ilk yıllarında hatta 1940’ların ortalarına kadar çok görünür bir kimlik ortaya koymaz. Daha çok başkenti ve meclisi tanımakla meşguldür. Bu süreçte O’nun bilgi ve deneyimini arttıran iki önemli gelişmeden biri parti içinde aldığı alt düzeydeki görevler diğeri ise yarım bıraktığı eğitimine devam etmesidir. Menderes Amerikan Kolejindeki eğitimini Birinci Dünya Savaşının başlaması ve askere alınması nedeni ile tamamlayamamış dolayısıyla lise mezunu olamamıştı. Milletvekili olduktan sonra eğitimine devam etmek ve yüksek okul okumayı arzulamıştır. Buradaki temel amacının sadece bir yüksek okul bitirmek olduğu düşünülmektedir. Ancak üniversiteye devam edebilmesi için lise mezunu olması gerekliydi. 1932 yılında dönemin Maarif Vekaletine verdiği dilekçede vatani görevini yerine getirmek için lise eğitimini tamamlayamadığını lakin bu durumun bir yüksek okula devam etme hakkına engel olmaması gerektiğini belirtmiştir. Aynı yıl içinde dönemin Maarif Vekili Reşit Galip Bey dilekçeye verdiği cevapta Menderes’in bir yüksekokula girmesinin uygun görüldüğünü belirtiyordu. Bunun üzerine Adnan Menderes 1933-35 yılları arasında Ankara Hukuk fakültesinde öğrenimini tamamlamıştır.

               Adnan Menderes’in siyasette asıl öne çıktığı yıllar, İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme denk gelir. Türkiye maruz kaldığı tüm baskılara rağmen İkinci Dünya Savaşına girmemiş ancak savaşın siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçları ile yüzleşmek zorunda kalmıştı. Özellikle ekonomik alanda yaşanan sıkıntılar toplumun geniş kesimlerinde memnuniyetsizlik yaratıyordu. Söz konusu hoşnutsuzluklar toplum ile sınırlı kalmamış, dönemin tek parti iktidarı olan CHP içerisinde de uygulanan politikalara karşı aykırı görüşler ve muhalif sesler yükselmeye başlamıştı. İşte bu savaş sonrası başlayan demokratikleşme hareketleri Adnan Menderes’in de siyasi kariyerinde yeni bir dönemin başlangıcı olacaktı.

               Daha Atatürk döneminde gündemdeki önemli konulardan biri olan toprak reformu İkinci Dünya Savaşı nedeni ile askıya alınmış, savaş sonrası tek parti iktidarının önemli gündem maddelerinden biri olarak yeniden gün yüzüne çıkmıştı. 1945 yılında kamuoyunda Toprak Yasası ya da Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu adı ile anılan yasa tasarısının meclise gelmesi ile hararetli tartışmalar ve ideolojik görüş ayrılıkları oluştu. Bu olay CHP’nin tek parti döneminde verdiği en zorlu sınavlardan biriydi. Öyle ki açıkça eleştirilemeyen tek parti iktidarı ilk kez bu yasa ile birlikte kendi içinde oluşmuş muhalif bir kanat tarafından eleştiriliyordu.

               Adnan Menderes de parti içindeki muhalif kanatta yerini almıştı. Kanunun öngördüğü köylülere toprak dağıtma idealine karşı çıkmamakla birlikte bunun uygulanabilirliğinden endişeliydi. Büyük arazilerin ise zorla kamulaştırılmasına karşı çıkıyor aksine sermaye getiren çiftliklerin modern tarımla işlenmesini savunuyordu. Buna dair mecliste yaptığı konuşmalar ile dikkatleri üzerine çekmiş dönemin başbakanı Saraçoğlu’nun deyimi ile parti içinde bir “çatlak sese” dönüşmüştü.

               Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na dair tartışmalar tazeliğini korurken bu kez de 1945 yılı Bütçe görüşmelerinde hükümete yönelik eleştiriler özellikle İkinci Dünya Savaşı dönemindeki ekonomik sıkıntılar özelinde devam etti. Beş milletvekili bütçeye aleyhte oy verdi, bunlar arasında Adnan Menderes de vardı. Akabinde yapılan hükümete güven oylamasında Menderes yine muhalif kanattaydı.

               CHP içerisinde muhalif kanadı temsil eden isimler Adnan Menderes ile birlikte Celal Bayar, Mehmet Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’dı. Bu dört isim bir adım daha ileri giderek 07 Haziran 1945 tarihinde CHP Parti Meclis Grubuna ülkenin demokratikleşmesi ve çok partili sisteme geçilmesi taleplerini içeren ve Türk siyasi tarihinde “dörtlü takrir” olarak adlandırılan önergeyi sundular. Böylece yasal düzenlemeler ve bütçeye olan aleyhte tavırlarını daha da ileri götürerek taleplerini dile getirip, muhalif tavırlarını net bir şekilde ortaya koymuş oluyorlardı.  Bu süreçte daha önce başbakanlık makamında yer almış bir kişilik olması hasebiyle Celal Bayar’ın ismi öne çıkmıştı. Gazetelerde “Bayar ve arkadaşları bazı kanunlarda ve parti tüzüğünde değişiklik yapılmasını istediler” şeklinde haberler geçiyordu.

               CHP Meclis grubu Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan’ın imzasını taşıyan önergeyi görüşmek üzere 12 Haziran 1945 tarihinde toplanmıştır. Yapılan görüşmelerde şiddetli tartışmalar yaşanmış, Başbakan Saraçoğlu önergenin geri çekilmesini istemişse de Bayar bunu kabul etmemiştir. Bunun üzerine Saraçoğlu “Rejim sağlam ve temizdir. Bu takriri ret edeceksiniz arkadaşlar” şeklinde talimat vermiştir. Nitekim önerge, imzası bulunan dört kişi hariç grubun tamamının imzası ile reddedilmiştir.

               Önergenin reddedilmesi üzerine parti içinde ve mecliste istedikleri sonucu alamayacaklarını anlayan Menderes ve Köprülü, mücadelelerini basın yoluyla ve kamuoyu nezdinde sürdürme kararı alarak, muhalif gazetelerde yazmaya ve demeçler vermeye başlamışlardır. Bu tutum gerek Menderes gerekse Köprülü’nün mevcut siyasi konumlarını riske atıyordu. Ancak onlar siyasi kariyerlerine son vermek pahasına inandıkları değerlerden taviz vermeksizin bir yandan tek parti iktidarını eleştiriyor diğer yandan da çok partili hayata geçilmesini savunan yazılar kaleme almaktan ve bu yönde fikirlerini beyan etmekten geri durmuyorlardı.

               CHP Grubu dörtlü takriri reddetmekle birlikte Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan’a karşı sert bir tutum takınmamış, partiden ihraç edilmelerini düşünmemiştir. Lakin Menderes ve Köprülü’nün basın yoluyla kamuoyu nezdindeki yazıları ve söylemleri CHP’yi bir hayli rahatsız ediyordu. Menderes ve Köprülü’nün muhalefetini kıramayan CHP idaresi yolu parti içi disiplini işleterek iki ismi cezalandırmada bulmuştu. 21 Eylül 1945 tarihinde Genel Başkan Vekili Şükrü Saraçoğlu başkanlığında toplanan CHP Parti divanı, Menderes ve Köprülü’yü partiyi zayıf düşünmek, partinin demokratik olmadığını iddia ederek muhalefete yaklaşmak en nihayetinde partiyi yıkmakla suçlamışlardır. Dolayısıyla hareket ve faaliyetleri parti anlayışına ters olarak görülen her iki milletvekilinin partiden ihraç edilmelerine karar verilmiştir.

               Menderes ve Köprülü’nün partiden ihracı yurtdışında da geniş yankı bulmuştu. Amerika gelişmeleri yakından takip ediyor, Menderes ile Köprülü’nün basın yolu ile giriştikleri mücadeleyi Türkiye’de demokratikleşme çabaları olarak tanımlıyordu.

               Partiden ihraç edildiklerinde M.Fuat Köprülü 55 yaşında, Adnan Menderes ise 46 yaşında idi. Basına verdikleri demeçte, henüz yeni bir parti kurmayı düşünmediklerini ifade ediyorlardı. Aslında ülkedeki gidişat demokratikleşme ve çok partili hayata geçişi zorluyordu. İç politikada tek parti iktidarına karşı oluşan muhalefetin yanı sıra dış politika şartları da demokratikleşme eğiliminde idi. İkinci dünya savaşından sonra savaşı kazanan ülkeler demokratik rejimlere dönmüşlerdi. İsmet İnönü bir tören sırasında yaptığı konuşmada Cumhuriyet rejiminin ilerlemesinin ve gelişmesinin sağlanacağı yönündeki ifadeleri ile çok partili hayata işaret ediyordu. Nitekim Türkiye’de yeni trendler başlığı ile konuya değinen Times Gazetesi de Köprülü ve Menderes’in ihraç sürecine ve bu süreçte yaşananlara dikkat çekerek, Celal Bayar, Adnan Menderes, Mehmet Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın dahil olduğu yeni partinin kurulmasının kaçınılmaz olduğu değerlendirmesinde bulunmuştur. İlerleyen süreç bu değerlendirmelerin haklılığını gösterecek kısa bir süre sonra söz konusu isimler Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer alacaktır.

               07 Ocak 1946 tarihinde Menderes’in de aralarında bulunduğu dört eski CHP’li Demokrat Parti’yi kurmuştur. Menderes partinin kurulduğu andan itibaren daima parti içinde dikkat çeken bir konumdaydı. Gerek meclis içindeki iktidara muhalif söylemlerinde gerekse meclis dışındaki hitabeti ile kişisel hayranlarını arttırmıştı. Tüm bu yönleri ile Demokrat Partinin sözcüsü konumuna getirilmişti. 1946 seçimlerinde kendisinin bile haberi olmadan aday listesine alındığı Kütahya’dan milletvekili seçilerek yeniden meclise girdi. Normal şartlarda 1947 yazında yapılması gereken seçim iktidarın oldu bittisi ile 1946 yılına çekilmişti. Demokrat parti bu kararı kendilerine yönelik bir baskın seçim olarak değerlendiriyor, Adnan Menderes mecliste ve basında bu konuyu dile getirerek, yapılmak istenenin Demokrat partinin örgütlenme ve hazırlanmasına fırsat tanımamak olduğunu söylüyordu.

               DP’nin kurulmasından bir yıl sonra 1947 Ocak ayında yapılan ilk büyük kongresinde Menderes genel yönetim kuruluna ikinci en büyük oyu alarak seçildi. Böylece DP politikalarının belirlenmesinde başat rol oynayan bu heyetin önemli bir üyesi oluyordu. Demokrat partinin bu ilk dönemi olan 1946-1950 yılları hem parti için hem de Menderes için zorlu bir dönemdi. Bir yandan iktidar partisi ile aralarında bir muvazaa olduğu izlenimi yaratmamak bir yandan da çok partili siyasal hayatın devamlılığını sağlamak için dikkatli bir muhalefet yürütmek gerekiyordu.

               1950 Mayıs’ında gerçekleşen Türkiye’nin ilk demokratik seçimleri Demokrat Partinin başarısı ile sonuçlanmıştır. Bu seçim Adnan Menderes’in siyasi geçmişinde de bir dönüm noktasıdır. Nitekim 1950 seçimlerini bir devrin sonlanıp, yeni bir devrin başladığı “tarihi bir gün” olarak değerlendirmektedir. Ona göre bu zafer günü, normal Türk siyasetinin de başladığı gündür. İktidara gelen Demokrat Partinin lideri Celal Bayar artık cumhurbaşkanıdır. Başbakanlık görevini de Adnan Menderes’e verir. Aslında Menderes o dönemler kendisini daha çok Köprülü’nün yardımcısı olarak konumlandırmaktaydı. Başbakanlık makamı ile birlikte hem meclisteki önemli bir çoğunluğa sahip siyasi bir partinin lideri hem de iktidarın başına geçmiş oluyordu. Başbakan Menderes 51 yaşındaydı ve 1950’li yıllar boyunca Türk siyasetinin en etkili siyasi lideri olacaktı.

               Demokrat Parti’nin ilk dört yılı göze çarpacak derecede başarılı bir dönem olmuştur. Özellikle kırsal kesimin sorunlarına getirilen hızlı çözümler köylünün iktidara olan bağlılığını arttırmıştır. Yol, su ve elektrik altyapı yatırımlarının sağlanması, finans desteği, kredi kolaylığı, traktör ithali gibi tarımın modernleşmesine dönük hamleler kırsal kesimin bu dönemi “altın yıllar” olarak yad etmesine imkân sağlamıştır. Daha 1948 yılında imzalanan anlaşma uyarınca uygulanan Marshall Planının Demokrat parti döneminde devam etmesi ve yardımların kapsamının geniş ölçüde tarımsal malzeme alımına yönelmesi Türkiye’deki traktör ve pulluk sayısını arttırmıştı. Buna bağlı olarak Türkiye’deki ekilebilir topraklar % 60 oranında artmıştır. Tüm bu gelişmeler sanayi üretimine de ağırlık verilmesi ile ekonominin canlanması sonucunu doğurmuştu. 1950’den 1953’e uzanan yıllar refah ve başarı yıllarıdır. Verimli mevsimlerin etkisi, dağlık bölgeler ve ovaların sürülüp biçilmesi, liberal sistemin uygulanması ile ithalat ve ihracat bolluğunun yaşanması ekonomideki olumlu seyrin toplumun tüm kesimlerine yansıması sonucunu doğurmuştur.

               1950’lerin ilk yıllarındaki tüm bu olumlu seyrin gelişimi sırasında icraatın başında Menderes’in bulunuyor olması doğal olarak bu başarının faturasının da Menderes’e mal edilmesi sonucunu doğurmuştur. Buna bağlı olarak 1954 seçimleri DP’nin oylarını daha da arttırarak iktidarını sağlamlaştırması sonucunu doğurmuştur. Bu durum Menderes’in parti içindeki konumunu daha da sağlamlaştırmış, kendine yakın isimleri milletvekili seçtirmeyi başarmıştır. Demokrat Parti’nin ilk dönemindeki bu olumlu gidişat, ikinci döneminde devam etmez. 1954 yılı sonlarına doğru yaşanan kuraklık doğrudan tarım sektörünü etkiler. Bu sektörde yaşanan krizin bir diğer nedeni ise yurtdışından ithal edilen tarım araç ve makinelerinin bakımlarının ihmal edilmesi ayrıca bakım için gerekli yedek parçalarının ise temin edilememiş olmasıdır. Tarım sektöründe üretimin düşmesi ihracatın durma noktasına gelmesine dolayısıyla ödemeler dengesinin bozulmasına neden olmuştur. Yurtiçinde ithalatı zorunlu ürünler örneğin ilaç gibi gerekli maddeler bile iç piyasada bulunamaz olmuştur.

               1954 yılında ekonomik krizin ilk belirtileri ile karşılaşan Türkiye her çeşit borçlanmaya gitmiştir. Bir süre sonra özellikle dış borç alımı mümkün olmadığı gibi cari dengenin bozulması borçların ödenmesini de güçleştiriyordu. Tarım ürünlerindeki fiyat artışı ise enflasyonu yükseltmişti. Tüm bu gelişmeler memur ve işçilerin yaşam standartlarının düşmesi ile sonuçlanmıştı. Ordu mensupları dahi mali durumlarındaki düşüşün mesleki itibarlarını zedelediğini düşünmeye başlamıştı.

               Menderes hükümeti ülkedeki ekonomik krize çözüm olarak özellikle büyük kentlerde imar hareketlerine girişme kararı almıştı. Buna istinaden hızlı bir şekilde istimlaklere başlandı. Çoğu zaman haber verilmeden ya da yirmi dört saat gibi çok kısıtlı bir zaman aralığında haberdar edilerek yapılan kamulaştırma girişimlerinde mülk sahiplerine net bir bedel dahi ödenmiyordu. Ekonomik krizin yanı sıra hızlıca girişilen istimlak faaliyetleri ile evine, dükkanına arazisine sahip çıkamayan halkın ise memnuniyetsizliği daha da artıyordu. Alınan bu hızlı kararlar halk arasında “menderes fırtınası” tabirinin kullanılmasına neden olmuştu.

               Artan sıkıntılar karşısında muhalif sesler yükselmeye başladı. Başta CHP olmak üzere diğer muhalif partiler, Demokrat parti içindeki muhalif sesler, aydınlar ve basın bu gidişata sesini çıkarmaya başlamıştı. Gerek hükümetin başında olması gerekse giderek artan siyasal gücü nedeniyle Menderes iktidara yönelik bu eleştirileri neredeyse tek başına göğüslemek zorunda kalıyordu. Önceleri daha hoşgörülü iken zamanla muhalif seslere karşı müsamaha gösteremez olmuş partiden ihraçlar, hapis cezaları gibi yaptırımlara göz yummaya başlamıştı. Tüm bu olumsuz gidişat sırasında 6-7 Eylül 1955 tarihinde İstanbul’da gayrimüslim ahalinin ev ve işyerlerine yönelik yağmalama girişimleri yaşandı. Hükümet olayların büyümesini ve kontrol dışına çıkmasını önlemede başarısız kaldı. Bu durum Adnan Menderes’in itibarını iyiden iyiye zedeledi. Aynı yıl içinde yapılan parti grup toplantısında parti içi muhaliflerce sert biçimde eleştirilerek liderliği ilk kez ciddi biçimde sorgulanıyordu.

               Ülke bu durumda iken 1957 yılında yapılan genel seçimlerde Demokrat Partinin oy oranı her ne kadar seçimi ilk sırada tamamlasa da hissedilir şekilde düşmüştür. Buna mukabil CHP’nin oy oranı ise artmıştır. Seçimde görülen bu tablo Demokrat Parti’nin muhalefete karşı tavrını daha da sertleştirmesine neden olacaktı. Halkın kendisine karşı teveccühünün azaldığını hissettikçe DP muhalif kesimlere, muhalif partilere ve basına karşı gittikçe otoriterleşen bir tutum sergiliyordu. İktidarın sert siyaseti ise muhalefeti de harekete geçiriyor ve konsolide ediyordu. İlginç olan ordunun da Anadolu’nun ileri gelenleri, Türk burjuvazisi ve CHP ile ortak hareket ettiğinin görülmesiydi. Hatta öyle ki ordu üyeleri mevcut iktidara karşı gizli örgütler kurmaya başlamışlardı.

               Türk siyasi tarihinde 9 subaylar olayı olarak bilinen gelişme ordu ile iktidar arasındaki gerilimi ilk kez hissedilir şekilde gün yüzüne çıkardı. 16 Ocak 1958 tarihinde basına yansıyan haberlere göre ordu içerisinde 9 subay hükümete karşı komplo hazırlamış ve bu subaylar gözaltına alınmıştı. Ancak soruşturmalardan bir sonuç çıkmayınca olayın ihbarcısı Samet Kuşçu, yalan ihbar ve orduyu isyana teşvikten hüküm giyerken, diğer subaylar serbest bırakıldı. Olayın duyulduğu andan itibaren Menderes ve Demokrat parti ilk etapta konuyu ciddiye almamışlardır. Ayrıca olayın büyümesi halinde asker ve sivil ilişkilerinin olumsuz etkileneceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle yargılama genişletilmemiştir. Bilakis Menderes olayın kamuoyuna fazla yayılmadan, sessizce çözümlenmesini istemiştir. Mevcut siyasi kutuplaşmanın genişleyerek Ordu ile de bir çatışmaya dönüşmesinden çekinmiş olması muhtemeldir. Oysaki ordu içindeki bu hareketlilik 1960 darbesine giden yolun kilometre taşlarından biriydi.

               Demokrat Parti’nin sert söylem ve tutumlarına karşı muhalif partiler 7 Ekim 1958 de ortak hareket etmek ve birlik olmak gayesi ile Güç Birliği Ocakları’nı kurdular. Başbakan Menderes de buna mukabil 12 Ekim 1958’de yurt gezisi sırasında gittiği Manisa’da halka güç birliği ocaklarına karşı Vatan Cephesi’ni kurmalarını söyledi. Kısa süre içinde yurdun her tarafına yayılan vatan cephesi örgütlenmeleri ile Demokrat Parti halkın desteğini canlı tutmayı amaçlıyordu. Oysaki bu örgütlenmeler siyasi arenadaki ayrışmayı daha da arttırıyordu. Radyoda her haber öncesi Vatan Cephesine katılan vatandaşların isimleri okunmaya başlamıştı.

               İç siyasette bu kutuplaşma devam ederken, 1959 yılında dış siyasetin temel gündemi Kıbrıs Meselesi idi.  Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık arasında Kıbrıs’ın geleceği konusunda bir uzlaşma sağlamak amacıyla bir görüşme planlanmıştı. Bu görüşme sonunda imzalanacak Londra ve Zürih Anlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması amaçlanmaktaydı. Bunun üzerine 17 Şubat 1959 tarihinde Adnan Menderes ve beraberindeki heyet İngiltere’nin başkenti Londra’da yapılacak olan Kıbrıs görüşmelerine katılmak amacıyla Ankara Esenboğa Havalimanından sabah saat 09:30’da yola çıktılar. Yakıt ikmali için İtalya’nın Roma kentine uğranıldığında saatler 13:02’yi göstermektedir. Uçak buradan Londra’ya doğru yola devam eder. Londra’nın merkezine en yakın havaalanına iniş planlanmıştır. Ancak yoğun sis nedeni ile Menderes ve heyetini taşıyan uçak kontrol kulesi tarafından bir başka havalimanına yönlendirilir. Hava muhalefeti nedeni ile birkaç kez pas geçilmesine karşın diğer havalimanına da iniş gerçekleştirilemez. Hatta bir ara Paris’e gidilmesi düşünülse de bundan vazgeçilir. Sonunda büyük bir felaket yaşanır ve uçak havaalanına yaklaşık 12 km kala ormanlık bir alana akşam saat 5’te büyük bir gürültü ile düşer. Ağaçlara çarpan uçağın iki kanadı kopar ve ters döner. Uçakta bulunan 24 kişiden 14’ü hayatını kaybetmiştir. Kazadan sağ kurtulan 10 kişiden biri ise uçağın arka kısmındaki 4 koltuktan birinde oturan Başbakan Adnan Menderes’tir.

               Çarpmanın etkisi ile ters dönen uçakta Menderes baş aşağı asılı kalmış, ayağı uçağın yarılan tabanına sıkışmıştı. Yanında bulunan Sakarya milletvekili Rıfat Kadızade’de sağ kurtulanlar arasında idi ve Menderes’in uçaktan çıkmasına O yardım edecekti. Kadızade kazadan beş gün sonra yaşananları şöyle anlatıyordu: “Sis arasında yeri görmeye çalışıyorduk. Fakat sisten bir şey görünmüyordu. (...) Nihayet daha kesif bir sis tabakası içine girdiğimiz anda bir çatırtı koptu. Çatırtı ile birlikte tayyarenin ışıkları söndü, karanlık içinde kaldık. Kimse kimseyi görmüyor, çatırtı devam ediyor, sağa sola sarsılıyorduk. Nihayet büyük bir gürültü ve çatırtı oldu. Tayyare küt diye yere oturdu. İlk duyduğum ses, Başvekilin sesi oldu; ‘Bacağımı kurtarın, bacağım kopuyor” diye bağırıyordu. Menderes, tayyare ters döndüğü için ayağı tabandaki çatlağa sıkışmış̧, baş aşağı duruyordu. Yüksek bir yere çıktım. Bütün kuvvetimle çatlağın arasını açmaya başladım; nihayet ayağını oradan kurtardım. Menderes aşağı düştü, iki büklüm olmuştu. Derhal kucaklayıp kaldırdım. Geçecek bir yer bulmak için sağa, sola bakındım. Arka tarafa baktığımda bir boşluktan ormanın ağaçları görülüyordu. Başvekilimi kucaklayıp o tarafa geldim, indim, onu göğüsleyip aşağı aldım. Bundan sonra bana dayanarak yürüdü. İlk sözü, “Rıfat nedir bu felaket? Arkadaşlar nerede?” idi.”

               Menderes yüzünde hafif bir yara ve üstü başı perişan halde enkazdan çıkartılmıştı. Bir koluna Rıfat Kadızade diğer koluna da Şefik Fenmen girerek kendisini olay mahallinden uzaklaştırarak bir köşeye oturtmuşlardı. Kurtulan yolculardan Melih Esenbel de hemen yanı başlarındaydı. Menderes o sıra yanındakilere “Şu hale bak. Ne haile (çok acıklı olay). Arkadaşlar yanıyorlar” der. Bu sırada kazayı görüp, duyan yakın köylerden insanlar kaza mahalline yardıma gelmişlerdir. Yardıma gelenler arasında İngiliz bir çift Menderes’i ağaçların arasında şok bir vaziyette bulur. Menderes’e kim olduğunu sorarlar. “Ben Türkiye’nin başbakanıyım, uçakta çok kişi var. Beni bırakın ve onlara yardım edin” der Menderes. Çift Menderes’i evlerine götürüp ilk pansumanını burada yaparlar. İki saat sonra gelen ambulans Adnan Menderes’i Londra The Clinik’e götürür.

               Uçak kazası Türkiye ve İngiltere’nin gündeminde ilk sıraya oturmuştur. Gazete manşetlerinin ilk haberi Menderes ve uçak kazasıdır. Adnan Menderes’in hastaneye kaldırılışının hemen ardından Yunan Başbakanı Konstantinos Karamanlis hastane ziyaretine gelir. Ancak sakinleştiricilerin etkisi ile uyumakta olan Menderes ile görüşemez. Londra anlaşmalarını ise kazadan iki gün sonra The Clinic’de gözetim altında tutulduğu hasta yatağında imzalar. Türkiye’deki gazeteler ve yetkililerce yapılan radyo açıklamaları ile Menderes’in hayatta olduğu duyurulmuş olsa da halk onun canlı sesini işitmek istemektedir. Kazadan üç gün sonra Adnan Menderes BBC kanalı ile radyolarda yayımlanmak üzere Türkiye’ye hitap eden şu demeci verir: “Uğradığımız çok feci tayyare kazasında, değerli ve sevgili arkadaşlarımızı kaybetmiş̧ olma elemi içerisindeyiz. Cenab-ı Hakk kendilerini rahmetine gark eylesin. Şu anda hâtıralarını yaşlı gözlerle anarak taziye etmekteyim. Bu elim kayıplar karşısında her zaman olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın milletimizi ve devletimizi ebediyen muktedir kılması duasını yine tekrarlarım. Bana gelince kazanın dehşeti karşısında dile getirdiğim hiç kalır. Yine arkadaşlarımla beraber aziz vatanımıza, muhterem ve sevgili vatandaşlarımıza pek kısa bir zamanda sağlıkla ve selametle kavuşmak inşallah nasip olacaktır.”

               Kazadan sekiz gün sonra 25 Şubat 1959 tarihinde Türkiye’ye dönen Menderes için önce İstanbul sonrada Ankara da karşılama töreni düzenlenmiştir. Menderes törene katılan binlerce insanın şaşalı ve coşkulu sevgi gösterileri arasında yurda ayak basıyordu. Öyle ki Yeşilköy havalimanından kalacağı otele varması yoğun kalabalık yüzünden dört saati bulmuştu. Devlet radyosunun ses kayıtlarında bu anların coşkusu şöyle dile getirilmiştir: “Sayın Başvekilimiz beşuş̧ [güler yüzlü] çehre ile uçağın kapısında göründüler. Uçağın etrafı bir anda karıştı. Bu muazzam vatandaş topluluğu kıymetli ve aziz başvekilini bir an evvel bağrına basmanın heyecan ve telaşı içindeydi. Başvekilimiz, kendisini karşılamaya gelenlerin teker teker ellerini sıkıyor ve bu esnada güçlükle ilerleyebiliyordu. Zorlukla otomobiline binebilen başvekilimiz yüzbinlerce vatandaşın tezahüratı arasında meydandan ayrıldı. (...)” O sırada Menderes’in müsteşarlığını yapan Ahmet Salih Korur ise o günü şöyle anlatır. “Yeşilköy Havaalanı’na geldiğimiz zaman ben bile şaşırdım; sanki bütün İstanbul meydandaydı, kurbanlar, insanlar, insanlar... Eminim ki Menderes ikinci şoku orada geçirdi” Karşılamanın Ankara durağında ise dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve ana muhalefet lideri İsmet İnönü de Menderes’i karşılamaya gelenler arasındaydı. Tüm bu yaşanan gelişmeler iç siyasette iktidar ve muhalefet arasında süre giden ve topluma da yansımış kutuplaşmaları bir süreliğine yumuşatmış olsa da bu bayram havası çok uzun sürmeyecekti.

               Tarihler 30 Nisan 1959’u gösterdiğinde ana muhalefet partisi CHP’nin lideri İnönü’nün Uşak gezisi sırasında bazı nahoş olaylar yaşanır. İnönü’nün şehre girişi sırasında bir grup Demokrat Parti taraftarı aleyhte tezahüratlar atarken kalabalık içerisinden biri İnönü’yü başından hafif yaralayacak olan bir taş atar. Bu olay iktidar ile muhalefetin karşılıklı olarak birbirini suçlamasına ve gerginliğin daha da tırmanmasına vesile olur.

               27 Mayıs tarihine yaklaşılırken iç siyasetteki gerginlik öyle bir safhaya ulaşmıştır ki, siyasetin günlük dili içerisinde ihtilal kelimesi hem iktidar hem de muhalefet tarafından çok sık gündeme getirilir olmuştur. Muhalefet, Demokrat partiyi baskı rejimi kurmakla suçluyor, Demokrat parti ise muhalefetin “ihtilal” kelimesini yüksek sesle dile getirmesinden duyduğu rahatsızlığı vurguluyordu. Bir taraf “ihtilal olacak” derken, diğer taraf “ihtilal yapamazsınız” diye bağırmaktaydı. İhtilal sözcüğü artık büyüklü küçüklü herkesin diline pelesenk olmuştu. Demokrat Parti ve partinin başvekili Menderes’in kaderi zor zamanlara yaklaşıyordu.

               1960 Nisan’ına gelindiğinde muhalefet ve iktidar arasındaki gerilim had safhaya ulaşmıştır. iktidar geri adım atmak şöyle dursun hem muhalefet hem hukuk camiası hem de üniversiteleri karşısına alacak bir adım daha atar. 18 Nisan 1960’Da Cumhuriyet Halk Partisi’nin faaliyetlerini incelemek üzere Tahkikat Komisyonunun kurulmasına karar verilir. 27 Nisan tarihinde ise komisyona geniş yetkiler veren yasa kabul edilir. Buna göre komisyon kararları ile basımevleri kapatılabilecek, süreli yayınlar yasaklanabilecek, her türlü etkinlik konusunda özgürce kararlar verilebilecektir. Kurulan komisyonun kararlarının değişmez nitelikte olacağı kabul edilmiş ve kararlara karşı müracaat edilecek bir üst makam da öngörülmemiştir.

               Tahkikat komisyonunun kurulması muhalefet ve hukuk camiası başta olmak üzere ülkede geniş çapta bir tepkiye neden olur. Komisyonunun oluşumu esnasında İnönü’nün Mecliste yapmış olduğu konuşma ise oldukça manidardır. İnönü konuşmasında, iktidar baskı rejimi uygular ve tutumunu değiştirmezse memlekette ihtilalin kaçınılmaz olacağı ve uygun şartlar tamamlandığında ise ihtilalin bir meşru hak haline gelebileceğini söylüyordu. İleride bu söylemlerine atıfta bulunularak İnönü’nün darbeden önceden haberdar olduğu ima edilmiştir. Ayrıca bu konuşmanın darbeci subayların karar almalarında itici bir güç olduğu da düşünülmüştür.

               Mecliste başlayan bu gerilim kısa bir süre içinde sokağa öncelikle de üniversitelere sirayet etti. 28 Nisan 1960 tarihinde İstanbul Üniversitesinin Beyazıt’taki merkez binasında bazı hukuk fakültesi öğretim görevlileri ve öğrenciler orta bahçede toplanıp eylem yapmaya başlamışlardı. İlerleyen saatlerde eylemin dozu şiddetlenirken, öğrenci ve polis arasında taşlı sopalı arbede yaşanmış, kalabalık “Menderes istifa” diye sloganlar atmaya başlamıştı. Olaylar karşısında çaresiz kalan polislerin yerine alana askeri birliklerin girmesi ile Beyazıt Meydanındaki atmosfer değişiverdi. Polise karşı mukavemet gösteren göstericiler askeri görünce “Türk ordusu çok yaşa” “ordu ile beraberiz” şeklinde sevgi nidaları ile karşılık veriyorlardı. 28 Nisan’daki bu olayların ertesi günü Ankara Üniversitesinde de benzer olaylar meydana gelecekti.

               Adnan Menderes’in üniversite olaylarına karşı tepkisi şöyle olmuştur:” Bütün memlekete hakim olan biz, İstanbul ve Ankara’nın iki sokağında mı yenileceğiz? “Menderes her ne kadar olayları hafife alsa da ya da öyle görünse de üniversitelerde başlayan bu hareketlilik büyük bir fikri dönüşümün işaretiydi ve iktidar arkasındaki desteği yitiriyordu.

               Ülkede yaşanan gerginlikler ve üniversite olaylarından sonra Demokrat Parti beşinci ayın beşinde saat beşte Kızılay Meydanına 555K sloganı ile halkı çağırarak bir gösteri düzenlemeye karar verdi. Menderes, halkın arasına karışacak ve muhalefete arkasında güçlü bir halk desteğinin var olduğunu gösterecekti. Ancak gösteri planlandığı gibi gelişmedi. Beş mayıs günü iktidara muhalif gençler de Kızılay Meydanına gelmiş öyle ki meydandaki iktidar taraftarları azınlıkta kalmıştı. Celal Bayar ve Menderes meydanda zor durumda kalırken, çok sert protestolara da maruz kaldılar. Bu olaylardan on gün sonra 15 Mayıs tarihinde ise Ankara’daki Harp okulu öğrencileri önce Kızılay’a ardından da Meclise yürüyerek muhalif tavırlarını ortaya koyacaklardı.

               21 Mayıs 1960 tarihinde subayların gerçekleştirdiği gösteri ise siyasi açıdan sarsıcı ve artık darbe vaktinin geldiğini hissettirmesi açısından önemlidir. Suphi Karaman, Sezai Okan, Alparslan Türkeş gibi subaylar ve harp okulu komutanları öğrencileri de iktidar aleyhinde kışkırtmıştı. 21 Mayıs öğleden sonra Sıhhiye Orduevi ile Güvenpark arasında subaylar gruplar halinde toplanmaya başlamıştı, ilerleyen saatlerde ise sayıları bin civarında olan subaylar ve harp okulu öğrencileri Kızılay’a doğru yürüyüşe geçtiler. Genelkurmay Başkanının emriyle olaylara müdahale etmesi için gönderilen Sıtkı Ulay, subaylara bu gösterilerdeki amaçlarını sorduğunda aldığı cevap “hedef Çankaya, hedef istifa” idi.

               Ankara ve İstanbul’da cereyan eden bu olayların yarattığı gerilim tüm ülke sathına yayılmıştı. DP ile CHP arasındaki ayrışma ise had safhaya ulaşmıştı. İç siyasetteki sert ve çatışmacı üslup iktidarın CHP yanı sıra muhalif basına karşı da gereğinden aşırıya kaçan müdahalelerde bulunmasına neden oluyor buna mukabil muhalif kesim de hücumlarını arttırıyordu. Bu süreçte Menderes’in daveti ile Ankara’ya gelen Ali Fuad Başgil Çankaya’da Cumhurbaşkanlığı Köşkünde iktidarı itidale çağıran şu ifadeleri kullanıyordu. “Bu durumda sert çarelere başvurmak gidişi daha da azdırır ve neticede kontrolü imkânsız tepkilere yol açar... Azami ihtiyatla hareket edilmeli ve sert tedbirlere yönelmek yerine bütün ihtimaller göz önüne alınmalıdır” Başgil, daha da ileri gidiyor ve çözüm için Menderes kabinesinin istifasını öneriyordu. Lakin bu öneri Celal Bayar tarafından şiddetli bir tepki ile karşılanırken, Adnan Menderes ise çok daha soğukkanlı ve anlayışla karşılık veriyordu. Menderes’in ilk gençlik yıllarından beri yanında olan yakın dostu Etem Menderes ise daha üniversite olaylarının yaşandığı sırada arkadaşına şöyle sesleniyordu “Çekil artık Adnan, Bu iş bitti. Hükümet hiç kimsenin tapulu malı değildir. Çekil. Mahvolacağız. Hem kendini hem arkandakileri mahvedeceksin”

               Kısaca 27 Mayıs darbesine giden bu süreçte partizan bir idari anlayışın kökleşmesi, hukuk devleti olma özelliklerinin zayıflatılması, plansız yatırımların benimsenmesi, suistimaller, enflasyonist mali politikalar ve hayat pahalılığı, fikir hayatı üzerinde kurulan baskı ve basın hürriyetinin kısıtlanması ülke içerisinde gergin bir ortam oluşturmuştur. Bunlara karşılık muhalefetin sert söylemleri gizli ya da aleni bir şekilde halkı özellikle de gençleri isyana teşvik etmesi ve bu teşviklere de halkın karşılık vermesi ile ortaya çıkan kargaşa ve huzursuz ortam, darbe koşullarının vuku bulup darbenin gerçekleşmesini kolaylaştırmıştır.

               Menderes artan muhalif eylemlere karşı başlattığı yurtiçi gezisi kapsamında 25 Mayıs’ta Eskişehir’e gelmiş ve burada halka hitap etmişti.  Ertesi gün de şehirden ayrılmayan Menderes, 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gecenin sabahında darbe haberini alacaktı.

               27 Mayıs 1960 sabahı Ankara radyosundan duyulan Alparslan Türkeş’in davudi sesi ile Türk halkı ilk kez darbe ile yüzleşiyordu. Türkeş okuduğu bildiride Türk silahlı kuvvetlerinin yönetime el koyduğunu açıklıyordu. Aynı gün 16:00’da genel kurmay başkanı Org. Cemal Gürsel tarafından hazırlanan ikinci bildiride ise "Demokrat Parti'nin takip etmekte olduğu hırslı politika memleketin bütünlüğünü tehdit eden korkunç bir afet halini almak üzere bulunmasından dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri müdahalede bulunmak lüzumunu hissetmiştir." Denilerek askeri müdahalenin DP iktidarına karşı yapıldığı açıkça beyan edilmiştir. Darbe sonrası geniş yetkilerle kurulan Milli Birlik Komitesi Cemal Gürsel’e Devlet ve Hükümet başkanlığı ile TSK Başkumandanlığı görevlerini aynı anda veriyordu. Hemen akabinde 28 Mayıs tarihinde Gürsel başkanlığında kurulan hükümetin öncelikli işi sorumluların gözaltına alınması ve darbenin yurtiçinde ve dışında meşruiyetinin sağlanması idi. Bunun üzerine ilk icraat laik ve demokratik Türkiye cumhuriyeti’nin düzenini sarsmaktan sorumlu görülen cumhurbaşkanı, başbakan ve kabine üyeleri ile ihtilalcilerin belirlediği listede yer alan bazı DP milletvekilleri ve partililerin gözaltına alınması oldu.

               Adnan Menderes darbe haberini alır almaz Eskişehir’den ayrılma ihtiyacını duymuştu. Beraberindeki heyet ile Kütahya’ya doğru yola koyuldular. Bu sırada Eskişehir ana jet üssünde görevli ihtilalci subaylardan kurmay albay Muhsin Batur, başbakan ve kafilesinin nereye gittiklerini öğrenmek için araştırma uçaklarını çoktan görevlendirmişti. Menderes Kütahya’nın girişinde vali ve askeri birlikler tarafından karşılanmış ve Muhsin Batur gelene kadar misafir edilmişti. Batur, Menderes’i tevkif edişini şöyle anlatmaktadır. “Garnizon komutanı beni karşıladı. "Nerede başbakan’’ dedim. ‘’Benim odamda’’ dedi. Yukarı çıktım. Yanımda da öbür subaylar vardı. Kendisine selam verdim. “Silahlı Kuvvetler Türkiye’nin yönetimine el koydu. Benim görevim sizi Eskişehir’e götürmektir.”dedim. “Yani beni tutuklamak mı istiyorsunuz?”dedi. “Hayır, emniyet altında Eskişehir’e götüreceğim.” Dedim. “Peki, benim suçum ne? Deyince “O zamanki tabirle Arapça biraz, “Ben size suç izafe edecek durumda değilim... “dedim. Menderes yorgun ve sararmış vaziyetteydi. Korku emareleri gösteriyordu. Mütemadiyen telefonla bir yerleri aramak istiyordu. Menderes uçak yolculuğu sırasında herhangi bir panik emaresi göstermedi. Yine her zamanki gibi yanındaki herkese çok nazik davranıyordu. Bir korku alameti, bir hiddet alameti göstermedi. Ama bu işin artık geri dönülmez bir noktada olduğu kanaatine vardığını zannediyorum. Çünkü bir nevi teslimiyet içindeydi." Ankara’da Menderes, kendisini havaalanından almak için yollanan Tuğgeneral Burhanettin Uluç komutasındaki üç karacı, üç havacı ve üç denizci subayın ve Harbiyelilerin koruması altında Burhanettin Uluç’la aynı arabaya bindirilmiştir. Subaylar Uluç’un uyarısı gereği Menderes’e saygısız davranmamışlardır. General Sıtkı Ulay, Menderes’in gelişi sırasında olay çıkmasını önlemek için sabık başbakanın Harp Okulu'nun arka kapısından okula alınması talimatını vermiştir. Menderes’i taşıyan araç Dikmen üzerinden ve arka yollardan okula giderken, elinde silah olan bir albay araca sıçramayı başarmışsa da Menderes’i korumakla görevli bir yarbay tarafından itilerek düşürülmüş, araç büyük bir hızla Menderes’in teslim edileceği arka kapıya yanaşmıştır. Menderes’i burada bir kadın teğmen teslim almıştır.  Menderes, önce okulun misafir salonu yakınındaki bir odaya alınıp sakinleştirilmeye çalışılmıştır. Hatta Ethem Menderes gibi bazı arkadaşlarıyla görüşmesine bile müsaade edilmiştir. Konuşmaları kopuk kopuktur. Artık olup bitenleri kabul eden bir halet-i ruhiyye içindedir.

Okul kumandanı General Sıtkı Ulay hatıralarında Harp Okulu'ndaki Menderes'in bu görünüşünü şöyle anlatmaktadır: "Menderes, hatalarının çok olduğunu, fakat müteaddid teşebbüslerine rağmen ayrılmak ve seçimlere gitmek imkanını bulamadığını, gerekirse ve müsaade edilirse, radyodan halka beyanda bulunup ihtilale müstahak olduklarını bildireceklerini ifade etmiştir. Tek ihtiyaç olarak sigara ve bir de gece için uyku hapı ricasında bulunmuş, aldırılan sigaraları birbiri peşine içmeye başlamıştır." Tutukluğunun ilk gecesi çetin ve buhranlı geçmiştir. Sabaha kadar uyuyamamıştır. Zaten uyandırıldığı zaman da konuşabildiği sözler: "İfadelerimizi almadan, çok acele değil mi?" den ibaret olmuştur.

Harp Okulu'nda gözaltında tutulan Menderes’i yanında yeni Dışişleri Bakanı olan Selim Sarper ile 28 Mayıs'ta ziyarete giden ihtilalin mimarlarından Alparslan Türkeş, beklemediği bir durumla karşılaşmıştır. A.Türkeş’in; “Memleket idaresinde bize söyleyeceğiniz bir sır veya temenni var mı?” sorusuna karşılık Başbakan'ın; “ Memleket idaresine el koymanıza sevindiğimi samimiyetle belirtmek isterim. Çünkü benim geceleri gözüme uyku girmiyor, memleketi bu çıkmazdan nasıl çıkaracağımızı düşünüyor, bir hal çaresi göremiyordum. Muhalefet amansız bir şekilde yakamıza yapışmıştı. Acele bir seçim yapsak, seçim sandıklarının başına ne hal getireceklerini bütün memleket biliyordu. Havanın yatışmasını beklemek için seçimi geri bıraksak, bu gidişle havanın yatışması değil, her gün biraz daha bozulması mukadderdi. İstifa etsek bu sefer de vazifeden kaçtı diye yapmadıklarını bırakmayacaklardı. Şimdi tarafsız bir şekilde ordunun işe el koyması ve tarafsız bir seçim yapmayı taahhüt etmesi Türkiye için en isabetli bir yol olmuştur. Bu seçimlerde halkın kimi tuttuğu, kimi tutmadığı bütün vuzuhu ile ortaya çıkacaktır. Sizi tasvip ettiğimi, bu hareketinizi desteklediğimi isterseniz yazılı olarak da beyan edebileceğim gibi, radyodan da millete açıklamaya hazırım.” cevabı Türkeş ve ekibini şaşırtmıştır.  Celal Bayar, Harp Okulu'nda Menderes’le son konuşmasını şöyle anlatmaktadır: "Adnan Bey’i Harbiye’de görmek mukaddermiş. Lavaboya gidiyordum. Yanımda muhafızlar vardı. Adnan Bey benden önce gelmiş, ellerini yıkıyordu. Apansız karşılaştık... Yüzü, birkaç gün içinde incelmiş, gözleri kederle gölgelenmişti. “Olan olmuştur, Adnan Bey, dedim. Metin olunuz!” Yüzünde mahzun bir gülümse belirdi. Ellerini iki yana açarak “Zaten başka çare var mı?” dedi. Daha fazla konuşamadık. Askerler sözümüzü kestiler". Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, gözaltına alındığı ilk zamanlar Menderes bilinmeze doğru bir gidişten dolayı tedirgin, heyecanlı, gergin ve asıl endişesi ölüm korkusudur. Menderes, daha tevkifinin ilk gününden ve hele Harp Okulu'nda kapıldığı bu sabit fikirden sonuna kadar kurtulamamıştır.

               Demokrat partililerin ve vekillerin yargılanmaları için Yassıada’ya götürülmeleri 5 ile 17 Haziran 1960 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Adnan Menderes’in Ada’ya götürülüş tarihi 10 Haziran 1960’tır. O gün Ankara’dan özel bir uçakla yargılamaların yapılacağı Yassıada’ya götürülmek üzere önce İstanbul’a getirilmiştir. Uçak yolculuğu boyunca oldukça tedirgin olan ve sigara üstüne sigara içen Menderes’i yanındaki MBK üyesi şu sözlerle teskin etmeye çalışıyordu. “Üzülmeyin, endişelenmeyin Adnan Bey bir süre sonra arkadaşlarınızla ülke dışına gönderilirsiniz. Sonra zamanla her şey halledilir. Bu yaptıklarınızı millet unutmaz. Ama kabul ediniz ki hareketleriniz fena idi. Belli olmaz, bir gün bu millet bakarsınız şu Aksaray’a sizin heykelinizi diker.” Yeşilköy havalimanına iner inmez Menderes ve beraberindekiler doğruca Ada’ya gönderilmişlerdi. Ada’da bir grup askerle ada kumandanı Tarık Güryay tarafından karşılanan Menderes herhangi saygısız bir tavır ile muhatap olmadan kendisine ayrılan oraya yerleştirilmiştir.

               Ada’da Demokrat partililer için düzenlenmiş 6 adet koğuş mevcuttu. Bir numaralı koğuş Celal Bayar, Adnan Menderes ve kabinenin diğer bakanları için ayrılmıştı. Diğer koğuşlarda ise milletvekilleri ve diğer sanıklar kalıyordu. Bayar ve Menderes’in odaları ayrıydı ve başlarında birer nöbetçi subay nezaretinde kalıyorlardı. Menderes’e ayrılan oda sadece 7 metrekare idi. Odanın deniz gören tek penceresi de güneş ışığı sızdırmayacak şekilde kapatılmıştı. Oda da bir tahta masa ile sandalye, tek kişilik bir demir karyola, tahtadan yapılmış dolaba benzer bir şey ve gözleri dahi olmayan bir masa vardı. Odada ayrıca 24 saat boyunca Menderes’in yanında bulunan nöbetçi subaylar için konulmuş bir sandalye daha vardı. Menderes bir dakika dahi yalnız bırakılmıyordu.

               Ada’da üst düzey güvenlik önlemleri alınmıştı. Ada etrafında iki gemi sürekli dolaşıyordu. Kıyı kenarlarına mayın dökülmüş, dikenli tellerle çevrelenmişti. Dikenli tellerin gerisine de makineli tüfekler konuşlandırılmıştı. Tutuklular için özel nöbet sistemi düzenlenmişti. Bayar ve Menderes için alınan güvenlik önemleri ise daha sıkıydı. Her ikisinin de odasında, 24 saat boyunca saat başı değişen muhafız subayları nöbet tutuyordu. Subaylar kendileri için ayrılmış sandalyelerde oturur yemek, ilaç, tuvalet gibi zorunlu ihtiyaçlar haricinde Bayar ve Menderes ile konuşmazdı. Odalarda bulunan gizli mikrofonlar ile ses kayıtları alındığından, nöbetçiler ile aralarında özel konuşmalar yapmaları kesinlikle yasaklanmıştı. Odalarda bulunan ışıklar geceleri de söndürülmüyordu.

               Başbakanlığı döneminde yoğun çalışma temposuna alışmış olan Menderes’in gündüz ışığına dahi hasret bir odada hareketsiz ve kapalı tutulması her şeyden önce ruh sağlığını olumsuz etkiliyordu. Üstüne üstlük odasında her saat başı değişen ve kendisi ile tek kelime dahi konuşmayan nöbetçi subayların varlığı asabını daha da bozmuştu. Geceleri uyuyamıyordu. Bu nedenle bazı geceler gece yarısı duşa sokuluyor, sakinleşmesi sağlanarak, uykusunun gelmesine çalışılıyordu. Bazen de etrafı askerlerle çevrili vaziyette arka bahçeye çıkarılır, üç beş dakika gezdirilir, rahatlamasına imkan vermeden tekrar odasına sokulurdu. Çok defa uyuması için iğne yapılıyor ya da sakinleştirici ilaçlar veriliyordu.

               Her konuda haklı haksız sorguya çekilmesi de fiziki durumunun sarsılmasına neden olmuştu. Bunlara ilaveten mahkeme salonundaki davranışlar, mahkeme başkanı ve ada komutanının kendisine karşı tutumları, dinleyicilerin aleyhte tezahüratları da eklenince morali her gün çöküntüye uğruyordu. Menderes’in Yassıada’ya geldiği ilk günlerdeki endişesi muhakeme bile edilmeyeceği idi. İlk sorgusu tam bir sinir harbi içerisinde geçmiş bu nedenle sorguya devam edilememişti. İkinci sorguda ise Menderes ardı ardına sorular soruyordu. “Bizi mahkemeye mi vereceksiniz? Biz muhakeme edilecek miyiz?” Hakim sabırla sorularını yanıtlamış, O’na kahve bile ikram etmişti. Daha sonraki soruşturmalarda Menderes sakinleşmişti. Ancak soruşturmalarda eski aşklarının ve bir çocuk bahsinin gündeme gelmesi onu şaşırttığı ölçüde üzüyor ve mahcup ediyordu.          

               Yassıada duruşmaları da sıkı gözetim altında gerçekleştiriliyordu. Duruşma salonunda sanıklara dikkatle bakmak, işaretleşmek, karşılıklı konuşmak, el kol hareketleri yapmak yasaktı. Velev ki bir görevli tarafından bu yasakların ihlal edildiğine kanaat edilir ise en hafif ceza salondan hemen atılmak ve Ada’ya bir daha alınmamaktı. Yassıada görevlileri başta ada kumandanı Albay Tarık Güryay olmak üzere diğerleri de hiçbir zaman sanıklara karşı iyi davranmamışlardır.

               Menderes’in Yassıada’daki avukatlarından Talat Asal müvekkili ile hangi koşullarda görüşebildiğini ve O’nun nasıl bir psikolojide olduğunu hatıralarında şöyle anlatmaktadır. "Yassıada iskelesine yanaştığımız zaman sırılsıklamdım. O halde elimde çantamla koğuşlardan ayrı olan bir binaya götürüldüm. Bu bina denize çok yakındı. Akşam karanlığında içeri girdim, burası genişçe bir yerdi. Sanıyorum yemek salonuydu. Menderes ve Bayar hariç o binada kalan hükümet üyeleri o salonda yemek yiyorlarmış. Sonra 4 subay geldi, onlar oturduktan sonra A. Menderes beyefendiyi getirdiler. Üzerinde kahverengi bir elbise, krem rengi bir gömlek, kahverengi bir kravat, bej çorap ve kahverengi bir ayakkabı vardı. El sıkıştık, karşılıklı oturduk. Yüzüme dikkatlice baktı, gözleri ve mimikleriyle beni tanıdığını açıkça böyle anlattı. Anlaşmıştık. Bir subay “görüşme süresi yarım saattir” dedi ve saatine baktı. Rahmetli subaya döndü, bilinen nezaket ve inceliğiyle yarım saatte ne konuşabileceğini anlatmak istedi. Bunca zamandır yalnız kaldığını hiçbirşey bilmediğini, yarım saatte ne konuşabileceğini söyledi. Subay böyle emir aldıklarını ifade etti, yarım saatten fazla süre verilemeyeceğini sert bir dille söyledi. Karşılıklı oturduk, subaylar da etrafımıza oturdular. Cebinden Yenice sigarası çıkardı ve yaktı. Çok zayıflamıştı, sigaraların birini diğerinden yakıyordu. Her görüşmemizde de bunu böyle gözledim. “Nasılsınız efendim” diye sordum. Yüzü birdenbire öylesine değişti ki anlatabilmem mümkün değil. Gözlerimin içine öyle bir baktı ki bunu da anlatabilmem mümkün değil. Sonra dudaklarında alaylı bir tebessüm meydana geldi. “İyiyim kumandanların sayesinde, iyiyim” dedi. Sonra ailesini, Berrin hanımefendiyi sordu, Yüksel ve Mutlu Beyefendileri sordu. “Dostlarınız, yakınlarınız icab etmesi gereken yakın alakayı gösteriyorlar merak buyurmayınız” dedim. Birdenbire gözleri buğulandı ve o buğulu gözlerle bakarken dudakları titredi ve sordu: “Aydın nasıl?”  dedi. İyi olduğunu ve altını çizercesine güçlü bir sesle metin olduğunu söyledim. Sıra asıl meseleleri konuşmaya gelmişti. Çantamı yerden aldım, masanın üzerine koydum. Çantamda açılmış olan davaların dosyalarına ait bilgiler, belgeler vardı. Bunları anlatacaktım ve notlar alacaktım. Bir subay “Çantayı niye açıyorsun?” dedi, sebebini söyledim. “Hayır, o çantayı kapat, not alamazsın, not alman, dosyaya bakman yasaktır.”

               Talat Asal ile Menderes'in bir başka görüşmelerinde ise sabık Başbakan’ın ekonomik durumunu gözler önüne seren şu dramatik sahne yaşanmıştır: "Davaların sonuna yaklaşıyorduk. Bir Çarşamba görüşmemizde cebinden Yenice yerine Birinci çıkmıştı. Hayretle sordum: “Ne yapıyorsunuz efendim? Yenice’yi bırakıp Birinci’ye mi başladınız? Sizden azaltmanız ricasında bulunmuştum. Oysa Yenice’nin yerini Birinci almış.” Hiç unutmam, sağ elini sol bacağının üstüne koydu ve “Ne yaparsın, Yenice 120 kuruş, Birinci 75 kuruş” diye cevap verdi. T.C Başbakanı, aileden zengin Menderes 45 kuruş farkı düşünmek zorunda bırakılmıştı."

               Talat Asal Menderes ile olan son görüşmelerini ise şöyle aktarmaktadır. “Son kez bana "yalnız gelin" demişti. İdamından bir ay önceydi. Ondan sonra zaten bir daha bizi görüştürmediler. Gittiğimde vasiyette bulundu; "Ailem dağılmasın, Koçalı çiftliği bölünmesin" dedi. Bir de "Davada benim diktatör olmadığımı müdafaa edin..." dedi. Sonra sol eliyle sağ kolumu tuttu ve sağ elini havaya kaldırarak, "Ben Allah’ıma ve milletime hesap veriyorum" dedi. "İdam cezamı, müebbede çevirmek için talepte bulunmayın..." dedi. Tenezzül etmedi. Sonra kalktı gitti. Ben de arkasından kahverengi saçlarını seyrettim.”

               Menderes’in bir diğer avukatı Burhan Apaydın, Yassıada duruşmalarının başlamasından iki gün önce 12 Ekim 1960 tarihinde meşakkatli bir yolculuktan ve uzun bir bekleyişten sonra beş subayın nezaretinde Menderes ile olan ilk görüşmelerini şöyle aktarmaktadır. “ Üzerinde kahverengi bir elbise vardı. Gömleği buruşuktu. Kravatı yana kaçmıştı. Zayıflamıştı ve elbise üzerinden dökülüyordu. Saçı başı dağınıktı. Menderes olduğu yerde durdu. Ben ona doğru yürüdüm, yakınlaştık ve “Beyefendi merhaba” dedim, elimi uzattım, o da elini uzattı. El sıkışırken Menderesle öpüştük, ani bir öpüşme oldu. O yakınlaşma sırasında kulağına “Beyefendi bu işi atlattık” diye fısıldadım, subayların duymayacağı bir şekilde. Sırf moral vermek için. Baktım, Menderes’in yüzündeki gerginlik o an biraz kayboldu. Sonra geçtik, masada bize ayrılan o iki sandalyeye oturduk. Menderes birden kuvvet bulmuş gibiydi. Ben de amacıma ulaştığım için sevindim. İlk işi cebinden bir kararname çıkarmak oldu, o kararname de Anayasa’ya aykırılık kararnamesiydi. Adnan Bey bana ilk şunu söyledi: “Burhan Bey, ben idamdan korkmuyorum. Yalnız beni tarihe mürtekip başbakan olarak geçirmek istiyorlar. İşte bunu önlemenizi istiyorum.” Dedi. “Benden önceki başbakanların hiçbirinin döneminde Tahsisat- Mesture’nin nereye ne harcandığı konusunda hiçbir kayıt tutulmamış, not bile yazılmamış. Ben Başbakan olur olmaz nerelere ne harcandığının kontrolü için emir verdim. Benim cebime bir kuruş girmemiştir.” Dedi. Elini şöyle cebine götürdü, “Ben istesem Tahsisat- Mestureyi cebime atardım, benden öncekilerden hesap sorulmamış. Ama öyle yapmadım. Suiistimal yapılmasın diye her sarfiyatı tek tek kaydettirdim.” Dedi. Menderes’le konuşmamız bir saat kadar sürdü.”

               Ada yaşamındaki zorluk ve sıkıntılar, her zaman şıklığı ve düzgün giyimi ile bilinen Adnan Menderes’i duruşmalara “ütüsüz pantolonla gitmemek için” doğal çözümler bulmaya sevketmişti. Yine avukatı Burhan Apaydın’dan aktarıyoruz “ Görüşmenin birine Orhan* ile birlikte gitmiştik. Adnan Menderes bizi pijama ile karşılamıştı. Üstünde gömlek ama altında pijama. Çok nazik bir insandı, pijama ile karşıladığı için özür diledi. “Altıma pantolon giyemedim, pijamanın pantolonunu giydim. Çünkü duruşmalara gide gele pantolonum buruşmuştu. Burada ütü de yok. Buruşuklukları gidermek için pantolonu yatağın altına koydum. Üstüne yatınca pantolon ütülenmiş gibi oluyor.” dedi.”Görüldüğü gibi Menderes, Yassıada’nın zor şartları altında da ihtiyacını karşılayabilecek basit çözümler üretebilmiştir.”

               Yassıada duruşmaları sırasında Menderes ailesi ile yalnızca iki kez görüşebilmiştir. İlk görüşme duruşmaların başlamasından kısa bir süre sonra Kasım 1960’da Berrin Hanım ve oğlu Aydın ile olmuştur. Bu görüşme ada kumandanının odasında ve onun nezaretinde gerçekleşmiştir. İkinci görüşmeleri ise duruşmanın bitmesine az bir zaman kala Ağustos 1961’de Berrin Hanım ve üç oğlu ile yine askerler nezaretinde gerçekleşmiştir. İkinci görüşmeyi oğlu Aydın Menderes Taha Akyol'a şöyle anlatmıştır: " İkinci gördüğümüzde tabii çok üzgündü, zayıflamıştı. Akıbet az çok belliydi zaten. Bir anneme, fırsat buldukça bir bize, ağabeyime sarılıp öpüyor, seviyor, her an gözlerinde yaş. Öyle denize baktı, ne kadar denizi sever, oradan deniz bütün güzelliğiyle odalarda. Sonra başımı çevirdim, rahmetli babama baktım. Acaba hangi vicdan, hangi insan, Âdemoğlu bu güzel yüzlü, bu veli mizaçlı insanın boynuna o yağlı ilmeği geçirebilir? Nasıl? Biz yarım dakika baş başa görüşemedik."

               Yassıada Duruşmaları 14 Ekim 1960 Cuma günü saat 9:35’de başlamıştır. Duruşmalar için Yassıada’daki Deniz Okulu büyük jimnastik hanesi mahkeme salonuna dönüştürülmüştü. Salonun sol ve arka tarafı dinleyicilere ayrılırken, sanıklar orta yerde oturacak ve salona önce dinleyiciler sonra sanıklar alınacaktı. Yargılamalar için Yüksek Adalet Divanı adı ile bir mahkeme oluşturulmuştu. Adalet divanı pek çok yargıç ve savcıdan müteşekkildi. Sanıklar Yassı Ada’ya getirildikleri Haziran 1960’dan duruşmanın başladığı tarihe kadar yaklaşık beş ay boyunca tam bir tecrit durumunda tutuluyorlardı. Radyo dinlemeleri, gazete okumaları, haklarında tanzim olunan olayları ve değiştirilen kanunlardan haberdar olmaları yasaktı.

               Duruşmanın başladığı ilk gün mahkeme salonuna derin bir sessizlik hakimdi. Salona ilk önce sanıklardan Celal Bayar girdi. Ardından üzerinde kahverengi takım elbisesi ile Adnan Menderes belirdi. Menderes’in göze çarpan ilk yönü hayli zayıflamış olmasıydı. İthamname okunduktan sonra Menderes’in avukatı Burhan Apaydın söz alarak Mahkeme başkanı Salim Başol’dan müvekkilinin konuşmak istediğini beyan etti. Kendisine söz hakkı verilen Adnan Menderes yerinden güçlükle kalkıp, yavaş yavaş parmaklıklar arasında bulunan mikrofona yöneldi. Hayli yorgun bir sesle ağır ağır içinde bulunduğu haleti ruhiyeyi gözler önüne seren şu konuşmayı dile getirdi. "Sadece usule ait maruzatta bulunacağım. Bir insanın haklarını melekatiyle müdafaa edebilmesi için, muayyen şartların mevcudiyetine lüzum vardır. Bendeniz beş aydır tecrit edilmiş vaziyette, bir tek odanın içinde ve günün 24 saatinde, her saat değişen bir nöbetçi subayının nezareti altında hiçbir kelime konuşmak imkânı mevcut olmadan yaşadım. Bu şartlarda akli melekatim sekteye uğradı. Kumandan beyin lütfu olmasa, biraz dışarı çıkma imkânını vermeseydi şimdi huzurunuzda bulunmaya muktedir olmazdım. Arzum bana imkân verecek, moralimi düzeltecek bir rejimin tatbikidir. Nöbetçi subayı ile bir kelime konuşmaya mezun değilim. Beş aylık konuşmalarım Soruşturma Kurulu'ndakiler hariç 10.15 saati geçmez. Bir maznun huzurunuza böyle gelecek olursa, haklarını müdafaa etmekte melekatının büyük kısmını kaybettiğine emin olmanızı rica ederim. Bendeniz huzurunuzda kumandan beye olan teşekkürlerimi arz eder ve genç subay beylerin nazik muamelelerine teşekkürler ederim. Ancak hiçbir kelime konuşmamak ve 24 saatte bir subayla karşı karşıya bulunmak tahammül edilmez bir haldir."

               Gözaltına alındıktan sonra mahkeme gününe kadar Adnan Menderes’i hiç görmemiş olan Samet Ağaoğlu, O’nda gözlemlediği değişimi şu sözlerle dile getiriyordu “Bayar’ın yanında oturan Menderes ise yarabbi, ne kadar değişmişti! Bir insan beş ayda bu kadar zayıflayabilir, bu kadar çökebilir mi idi? Sapsarı idi yüzü! Eskiden ancak yakından fark edilebilen çilleri şimdi bütün yüzünü sarmıştı. Boynu incelmiş, yakası gevşemişti. Yalnız, evet yalnız saçlarının rengi aynı idi. Bu, göze hemen çarpan değişmemiş saç rengi, hakkındaki dedikoduların ilk tekzibi oldu." Tevfik İleri'de bahçede duruşmalara gidip gelirken odasının penceresinden gördüğü eski dava arkadaşının ne kadar zayıfladığını ve bitkin göründüğünü "Merdivenlerden inerken bir teğmene dayanmak lüzumunu hissetti." ifadesi ile anlatmaktadır.

               Herkese cesaret ve metaneti öğütleyen ve bu öğütleri ağızdan ağıza tüm çalışma arkadaşlarına yayılan Menderes, Yassıada’da kaldığı süre boyunca, kendisine uygulanan muameleler neticesinde cesaretini yitirmiş bir adama dönüşmüştü. Celal Bayar’ın aksine duruşma salonuna hep başı eğik olarak giriyor kendi avukatını sessizce selamladıktan sonra yine başı öne eğik kendisine ayrılan yere oturuyordu. Çoğu zaman elinde rulo halinde kağıtlar, gazete ya da bir dosya bulunduran Menderes yorgun ve sıkıntılı bir halde duruşma boyunca gözlerini yere dikiyordu.

               Menderes’in mahkemelerdeki durumuna dair bir başka gözlemini Samet Ağaoğlu şu şekilde dile getirmiştir. “Meşru olmayan çocuğunu öldürmekten vatana hıyanete kadar kendisine reva görülen her davada ne duruşu, ne sesi değişti. En yakın bildiği arkadaşlarından yediği hançerler de, hiç ummadıklarından gördüğü vefa ve mertlik jestleri de onun sararmış yüzüne en ufak bir renk farkı getirmedi. Bazen ne kadar acıklı oluyordu görünüşü... Başol’un azarlamaya benzeyen ihtarları karşısında boynunu büküyor, ayaklarını sürükleyerek gidip yerine oturuyordu. Duruşmalar arasında sigara içmek için verilen 15 dakikalık fasılada onu sağdan birinci kapının yanındaki aralığa oturtuyorlar, yüzünü buzlu cama çeviriyorlardı. Orada, başı hep öne eğik, birbiri arkasına birkaç sigara içiyordu. Sorulara verdiği cevaplarda da, savunmalarında da aynı halsizlik vardı. Fakat mantık, insicam yerinde idi. Kelimelerin nazik, hatta zarif olmasına çok dikkat ediyor, bazen kaba bir söz kullanmamak için yorucu gayretler sarf ediyordu. Neden bu kadar halsizdi? Bütün hayatında durmadan dövüşmüş, dövüşmesini bilen bu adama ne olmuştu? Hangi düşünceler, hangi sözde dost telkinleri onu bu duruma sürükledi? Yoksa bu hali, sezdiği feci sonun karşısında teslim olmak mı idi?".

               14 Ekim 1960 tarihinde başlayan Yassıada duruşmaları 337 gün sonra 15 Eylül 1961 tarihinde Yüksek Adalet Divanı’nın kararıyla son bulacaktı. 15 Eylül 1961 tarihi büyük gündü. Duruşmalar bitmiş ve söz yargıca devredilmişti. Sanıklar beraatten ölüm cezasına uzanan çeşitli hükümler giymişti. Esas konu Anayasayı ihlaldi ve bunun cezası da ölümdü.

               Haklarındaki ölüm kararı Milli Birlik Komitesi tarafından onaylanan sanıklara dair Yüksek Adalet Divanının kararı şu şekildedir. “Yüksek Adalet Divanınca ve İttifakla ölüm cezasına çarptırılan sakıt Reisicumhur Celal Bayar, sakıt Başbakan Adnan Menderes, sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve sakıt Maliye bakanı Hasan Polatkan’ın ölüm cezalarını tasdik etmiş ancak bunlardan Celal Bayar’ın 65 yaşını bitirmiş olması dolayısıyla ölüm cezasını müebbet ağır hapse tahvil eylemiştir”

               15 Eylül 1961 tarihli hükümlerin açıklandığı duruşma sırasında mahkeme salonunda Adnan Menderes yoktu. Yargılamalar sonucunda kesinleşen infazlar İmralı Adası’nda gerçekleştirilecekti. Tarihler 16 Eylül 1961’i gösterdiğinde İmralı Adası’na götürülenler arasında Adnan Menderes yine yoktu. Zira kendisi ağır koma halinde tek pencereli odasında oksijen çadırı altında yatmaktaydı.

               Kararın açıklanacağı günün gecesi yani 14 Eylül’ü 15 Eylül’e bağlayan gece Menderes ortalık ağarıncaya kadar uyumamış, mütemadiyen ardı ardına sigara içmişti. Daha sonra uzandığı karyolasında uykuya dalmıştı. Başında bekleyen muhafız O’nun derin bir uykuya daldığını düşünüyordu. Duruşma saati yaklaşıp Menderes uyandırılmaya çalışıldığında güçlükle nefes aldığı, hafif bir hırıltı sesi geldiği ve nabız atışlarının düzensiz olduğu tespit edilince bir anda garnizona panik havası hakim olmuştu. Menderes 27 Mayıs 1960’da tevkif edilmesinden karar günü olan 15 Eylül 1961 tarihine kadar  yaklaşık 16 ay boyunca geçen tutukluluk süresince yaşadığı yoğun baskı ve stres ile ruhsal bir çöküntüye girmişti. Bunun neticesinde ya kendisine verilen uyku haplarını gizlice biriktirerek içmiş ve intihara teşebbüs etmişti ya da yaşadığı yoğun hisler sebebiyle ender rastlanan bir koma uykusuna girmişti. Ada kumandanı Tarık Güryay önceki gün adada arama yapıldığını ve uyku hapı bulunmasının imkan dahilinde olmadığını belirtiyordu. Menderes’in avukatı Talat Asal ise Menderes’in komaya girmesine neden olan zehirlenmenin ne olduğunun net olarak bilinemediğini vurguluyordu.

               Menderes derhal tedavi altına alınmış, ayağa kaldırılarak kendisine sağlıklıdır raporu verilmişti. 17 Eylül 1961 sabahı sağlık durumu tamamen düzelmişti. Ancak duruşmaya katılamadığı için henüz kendisi hakkında verilmiş hükümden habersizdi. Oysaki o gün ölüme gidecekti. O sabah en yakın arkadaşı Ethem Menderes yanına geldi. Bu iki yakın dostun birlikte geçirdikleri son anları idi. Menderes arkadaşına şunları söylüyordu “Ah Ethem!  Bir daha politika mı? Tövbeler olsun! Düşün, Serbest Fırka’ya girdik, sonunda başımıza neler geldi biliyorsun. Hele bir çiftliğe yerleşelim, yemin ediyorum, Aydın’a bile uğramayacağım. Çine Çayı’nın dibindeki söğüt ağaçlarının altında, başımı göğe çevireceğim, söğüt ağaçlarının yüzümde dolaşmasının verdiği saadetle yetineceğim. Hiçbir şeye karışmayacağım...”  

               Menderes’e Yassıada’da muayene edildikten sonra İmralı’ya götürüleceği söylenmişti. Menderes idama’mı götürülüyorum diye soracak kadar olanlardan habersizdi. Saat 12 sıralarında İmralı’ya giden hücumbota bindirildi. İmralı’ya geldiğinde bir odaya alınan Menderes’in yakasına infaz kararı iliştirilmiş ve kendisini bekleyen infaz savcısı Altay Ömer Egesel tarafından hakkındaki idam hükmünün burada infaz edileceği bildirilmiştir. Menderes hüküm kendisine okununcaya kadar idam edileceğini öğrenememişti. Şaşkın ve tedirgin bir haldeydi. Savcı Egesel’e ayın kaçı olduğunu sordu. 17 Eylül Pazar olduğunu öğrendikten sonra “benimle beraber daha kimlerin hükümleri tasdik edildi” dedi. Egesel’den  “öğrenip de ne olacak Adnan Bey” yanıtını alınca,” öğrenirsem ne olur” diye yanıtlayacaktı.

               Bu konuşmaların ardından Menderes’e son sözleri soruldu. “Hayata veda ettiğim şu anda devlete millete saadetler diler, karımı ve çocuklarımı şefkatle andığımı bildiririm. Hiç kırgın değilim.” yanıtını verdi. Elleri arkadan kelepçelenip üzerine beyaz infaz gömleği giydirildikten sonra binadan çıkarılarak yanında iki gardiyan ve yol boyunca yirmişer adım arayla dizili askerler arasından idam sehpasına götürülmüş, böylece hakkında verilen idam kararı Milli Birlik komitesi tarafından onaylandıktan tam 36 saat sonra infazı gerçekleştirilmiştir.

               Şevket Süreyya Aydemir “Menderes’in Dramı” adlı kitabının arka kapağında “Adnan Menderes’in tarihimizde işgal ettiği yer nedir? Diye sorar.. Menderes siyaset sahnesinde hangi değerleri veya hangi zaafları temsil eder? İktidarının muhasebesi nasıl bir bilanço arz etmektedir? Övgülere mi yergilere mi müstahaktır? Bir üstün adam mıdır? Yoksa olayların rüzgarında savrulan bir yaprak mıdır? Bir suçlu mu bir kahraman mıdır ?

Kaynakça :

Aydın, Ayşe. “SERBEST CUMHURİYET FIRKASI VE ADNAN MENDERES’İN SİYASİ HAYATININ BAŞLAMASI”. Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü Dergisi 1, sy 8 (01 Aralık 2011).

Aydın, Mehmet Korkud. “CHP’DE PARTİ İÇİ MUHALEFETİN İLK ÖRNEĞİ: ÇİFTÇİYİ TOPRAKLANDIRMA KANUNU VE TBMM’DE YAŞANAN TARTIŞMALAR”. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy 41 (26 Eylül 2018): 359-84.

Çolak, Filiz. “Bir Devre Adını Veren Başbakanın Hazin Sonu: Adnan Menderes’in Yassıada Günleri”. Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi 9, sy 4 (31 Aralık 2022): 1218-41.

Dokuyan, Sabit, ve Büşra Yüksel. “Adnan Menderes’i İdama Götüren Süreç ve İdamı”. Journal of Universal History Studies 3, sy Prof. Dr. Mustafa Keskin Special Issue (06 Ekim 2020): 15-42. https://doi.org/10.38000/juhis.800825.

Durmuş, Sevilay. “Toprak Beyi Olarak Adnan Menderes ve Çakırbeyli Çiftliğinde Etkilendiği İsimler”. Anasay, sy 27 (29 Şubat 2024): 220-32. https://doi.org/10.33404/anasay.1413663.

İnan, Süleyman. “Adnan Menderes (1899-1961)”. Atatürk Ansiklopedisi, 06 Haziran 2022. https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/adnan-menderes-1899-1961/.

———. “İNGİLİZ BELGELERİNDE ADNAN MENDERES’İN UÇAK KAZASI”. Belgi Dergisi 2, sy 19 (01 Ocak 2020): 1884-1909. https://doi.org/10.33431/belgi.657105.

———. “Muhalefette Adnan Menderes”. Doktora Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, 2002.

Uzman, Nasrullah. “Adnan Menderes ve M. Fuad Köprülü’nün Cumhuriyet Halk Partisi’nden ihraçları”. Tarih Araştırmaları Dergisi 36, sy 62 (01 Ekim 2017): 205-28.

YILMAZ, Metin. “Adnan Menderes’in idamından sonra cübbesini gömen Çankırılı avukatı ‘Talat Asal’ - Metin YILMAZ”. Sözcü 18, 17 Ekim 2023. https://www.sozcu18.com/adnan-menderesin-idamindan-sonra-cubbesini-gomen-cankirili-avukati-talat-asal-3166yy.htm.



Yorumlar