Türkiye'de Siyasal İslam'ın Kısa Tarihi ( 1923 - 2002 )

 

siyasal islam

Siyasal İslam, İslami kaide ve kuralları siyasal olarak yorumlayan ve bu kuralları topluma siyasi bir şekilde yansıtan bir düşüncedir. Devlet yönetiminde İslami unsurların varlığını ifade eder. Şerif Mardin’e göre İslamcılık, 19. Yy.’da Hindistan’da ve Osmanlı Devleti’nin merkezinden uzak noktalarında şekillenen ve özelliklerini kazanan, 1870’lerden sonra merkezi devlet bünyesinde etkisini gösteren fikirsel bir akımdır.

Siyasal İslam, 19. Yy.’da batı ile İslam toplumları arasında artan etkileşim ve İslam toplumlarının batı karşısında uğradığı savaş yenilgileri neticesinde ortaya çıkmış ve devleti kurtarma gayesi ile filizlenen bir düşünce akımı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de özellikle Tanzimat ve Islahat Fermanları dönemlerinde Batı’ya olan tepkinin bir yansıması olarak ortaya çıkan İslamcılık akımı, İmparatorluğun parçalanmasını önlemek amacıyla bir kurtuluş misyonu üstlenmiştir.

Cumhuriyetin kurulması ile birlikte rejimin laik uygulamaları ve sert yaptırımları nedeni ile kamusal alandan uzaklaştırılan siyasal İslam buna bir tepki olarak tarikat ve cemaatler içinde merkezden uzak alanlarda varlığını sürdürmüştür.

Çok partili hayata geçiş ile beraber siyasal ortamın genişlemesi ardından 1961 Anayasasının getirmiş olduğu özgürlükçü ortam İslami ideolojilerin gelişmesine de imkân sağlamıştır. Bu süreçte siyasal İslamcı parti denemeleri gerçekleşmiş en nihayetinde 1970 yılında ilk kez İslami referanslara sahip Milli Nizam Partisi parlamentoda temsil olanağı bulmuştur. Bu oluşumla beraber ortaya çıkan Millî Görüş geleneği Türk siyasetinde ana akım siyasal İslam’ın toplanıp, örgütlenerek faaliyetlerini sürdürdüğü temel bir çatı misyonunu üstlenmiştir. Türk siyasetinde milli görüş geleneğinin gelişip güçlenmesinde neoliberal politikaların benimsenmesi, SSCB’nin yıkılması ve sağ-sol çatışmasının güç kaybetmesi de etken olmuştur. Millî Görüş çizgisi ise ilerleyen dönemde 28 Şubat süreci ile bölünerek gelenekçiler ve yenilikçiler olarak iki kanada ayrılmıştır. Yenilikçiler kanadının oluşturduğu Adalet ve Kalkınma Partisi ise kendisini demokratik muhafazakâr bir parti olarak tanımlamıştır.

Osmanlı ve sonrasında Türkiye siyasetinde siyasal İslam, içinde bulunduğu dönemin şartları ve olaylarından da etkilenerek değişim ve dönüşümlere uğramıştır. Ana birleştirici unsuru din olan bir imparatorluktan, sekülerleşmeye çalışan bir cumhuriyete, rejimi kuran ve şekillendiren kurucu kadronun tek parti iktidarı ile ülkeyi yönetmesinden, çok partili döneme, rejimi koruma garantisi ile yapılan askeri darbelere kadar yaşanan gelişmeler siyasal İslam’ı da doğrudan ya da dolaylı yoldan etkilemiştir. Yaşanan bu toplumsal ve siyasal her değişim ve dönüşümde siyasal İslam da şekillenerek değişip evrimleşmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunda İslam, devletin kuruluşundan itibaren politik bir unsur olarak var olmuştur. Zira Osmanlı’da kanunlar ferman ile ortaya konur, kanunların şeriata uygunluğunu belirten bir ifade ferman da yer alırdı.  Resmi olarak İslamcılık padişah Abdülaziz döneminde ortaya çıkmıştır. Siyasal İslamcılık ittihad-ı islam adıyla 1870’ten sonra Osmanlı devlet düşüncesinde yer bulmuş bir siyasi akımdır. Siyasal İslam’ın belirgin bir siyasal araç olarak kullanılması ise II. Abdülhamit dönemine rastlar. Özellikle bu dönemden sonra padişah, sultan, hükümdar gibi ifadelerin yerine Halife’nin kullanımı yaygınlaşmıştır.

Siyasal İslam’ın Osmanlı’da filizlenmesi 1789 Fransız ihtilalinin ortaya koyduğu milliyetçilik akımının tesirlerine dayanır. İmparatorluğun güç kaybetmesi üzerine 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ilan edilmiştir. İslami kesimin tepkisini çeken bu fermanlar getirdiği yeniliklerden ziyade İslami gelenek ve kurallara uygun olup olmamaları yönünden tenkit edilmişlerdir. İlgili dönemde Osmanlı Devleti milliyetçilik akımlarının tesiri ile toprak kaybına ve batı karşısında yenilgilere uğramıştır. İşte böyle bir ortamda imparatorluğun parçalanmasına çare olarak Osmanlıcılık akımı doğmuştur. İmparatorluk sınırları içerisindeki tüm farklı dini ve etnik unsurları “Osmanlılık” çatısı altında eşit saymayı hedefleyen bu ideolojinin kurtarıcı bir rol üstlenememesi üzerine devlet erki ve aydınların düşünce pratiğinden çıkmış yerini İslamcılık fikrine bırakmıştır. Müslüman unsurları ve toprakları bir arada tutmayı amaçlayan İslamcılık ideolojisinin de imparatorluğun dağılmasını engelleyememesi üzerine yerini Türkçülük/milliyetçilik akımı almıştır.

Kurtuluş savaşı sırasında ise İslamcılık, mücadelenin temel mihenk taşı olmuştur. Anadolu’nun paylaşılmasına karşı verilen mücadelede halkı birleştirici bir unsur olarak milliyetçilik ve yurtseverlik yanında dinsel faktörler de kullanılmıştır. Mustafa Kemal, Hoca, Şeyh gibi dini figürleri birleştirici ve kapsayıcı figürler olarak kullanmaktan çekinmemiştir. İstiklal Savaşı süresince devam eden bu birliktelik Cumhuriyetin kurulması ile kesintiye uğramıştır. Cumhuriyet rejiminin dinin siyasal bir araç olarak kullanımını tasvip etmeyen ve engelleyen politikalar ve reformlar uygulaması bir anlamda İslam’a karşı yapılmış bir hamle olarak değerlendirilmiştir.

Millî Mücadelenin kazanılmasından kısa bir süre sonra bu mücadeleyi yürüten önder kadronun da içinde yer aldığı Halk Partisi kuruldu. Ardından seçimler yenilenerek meclis içerisindeki farklı ve muhalif sesler tasfiye edildi. Parti 27 yıl kesintisiz olarak iktidarda kalacağı tek parti dönemini de başlatmış oluyordu. 29 Ekim 1923’de Cumhuriyetin ilanı ile yeni bir rejime geçilmişti. Siyasal İslamcılar yönetim şekli cumhuriyet olsa da halifelik kurumunun varlığını bir denge unsuru olarak değerlendiriyorlardı. Feroz Ahmad bu durumu “manevi güçleri olan halifenin devletin başı olarak yönetimde kalması gerektiğini ve mecliste geçen yasaları onaylayarak İslam’ın yasası olan şeriat ilkelerinin ihlal edilmeyeceğini düşünüyorlardı” şeklinde yorumlamaktadır. Ancak Mustafa Kemal’in hazırlıklarını tamamladıktan sonra meclise gönderdiği kanun teklifi ile 04 Mart 1924 tarihinde halifelik kaldırılmış, halife ile hanedan mensupları sürgüne gönderilmiştir.

1924 yılında inanç ve ibadetle ilgili işlerin resmi olarak yürütülmesi gayesi ile Başbakanlığa bağlı bir kurum olan Diyanet işleri Başkanlığı kurulmuştur. Bu kurum ile birlikte din işleri devletin denetimi altına alınmış oluyordu. Cumhuriyetin kurulması ile İslam yeniden tanımlanıyordu. Din artık kişi ile Allah arasında bir ilişkiye indirgenmişti. Bu yüzden din, devletin denetimi ve gözetimi altına alınmış, izlenen politikalarla devlet İslami kurumlara doğrudan müdahale edebilir konuma gelmişti. Müftü, hatip, imam gibi din adamları ise diyanete bağlı memurlardı.

Cumhuriyet rejimi artık dinin yerine milliyetçi ideolojiyi koyarak ümmet kimliğini unutturmaya çalışıyordu. 1920-1928 yılları arasında sadece saltanat ve hilafet kaldırılmıyor ayrıca Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak, Şeriye mahkemelerinin görevlerine son verilip tekke ve zaviyeler de kapatılıyordu. 1926 yılında Medeni Kanun’un kabul edilmesi ile İslam şeriatının aile ve birey ile ilgili kuralları da ortadan kaldırıldı. 1937 yılında ise laiklik Anayasaya değiştirilemez ilke olarak eklenerek hukuksal alt yapı da tamamlanmıştır.

Cumhuriyetin kurucu kadrolarının Batıcı ve laik düzenlemeler ile Osmanlı devletinden devralınan sistemi köklü bir şekilde değişime uğratmaları İslamcı çevrelerde “dinden sapma” olarak değerlendirilirken bir grup aydın da düzenlemelerin aşırıya kaçtığını düşünüyordu. Aydınlar, cumhuriyete karşı olmamakla beraber rejimin kültür politikalarını eleştiriyorlardı. 1924 yılında bu muhalif sesler Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının çatısı altında toplandı. Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy Fırkanın kurucu kadrosunda idi. Parti, programına koyduğu 6. Maddede dini inanç ve düşüncelere saygılı olduğunu belirtmiş ve bu durum Halkçı partinin eleştirilerine neden olmuştu. Bu sırada meydana gelen Şeyh Sait isyanı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile ilişkilendirilmiş, İcra vekilleri heyetinin kararı ile parti kapatılmıştır. Bu kargaşayı fırsat bilen iktidar çıkardığı Takrir-i Sükûn Yasası ile muhalif tüm sesleri susturma yoluna gitmiştir.

Bu olaylardan sonra tek parti, düzen içindeki yerini daha sağlam ve sistemli bir hale getirmiş, kendine muhalif tüm sesleri susturduğu için herhangi bir zorlukla da karşılaşmamıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinin batılılaşma politikaları ve laikleşme adına İslamiyet geçmişinden uzaklaştırılması toplum içerisinde ayrışmaları da beraberinde getirmiştir. Mardin, çağdaşlaşma yönündeki değişmenin laikliği getirdiği oranda dini, toplumsal ve bireysel yaşamın dışına çıkardığı böylece de bireyleri bir arada tutan harcı yok ettiği kanaatindedir.

Siyasal İslam’ı saran bu kıskaç 1946 yılına kadar devam etmiştir. 1945 yılı ile birlikte liberal düşüncelerin etkisi ve batı dayatmalı baskılar ile Türkiye’de çok partili hayata geçilmiştir. 1945 yılında meclisteki açılış konuşmasında İsmet İnönü’nün muhalefet partilerinin kurulmasının gerekliliği üzerine yaptığı konuşma akabinde Milli Kalkınma Partisi kurulmuştur.

1945’li yıllardaki demokratikleşme girişimleri Cumhuriyet Halk Partisinin de bu rekabetçi siyasi atmosfer içerisinde mevcut politikalarında esnemeye gitmesine neden olmuştur. Halk ile arasındaki mesafeyi kapatmaya çalışan Cumhuriyet Halk Partisi, dini politikalarında bazı tavizler verme yoluna gitmiştir. Bunun üzerine Millî Eğitim Bakanlığı ilkokulların programına yeniden, seçmeli din dersi koymuş, imam hatip eğitimi için kurslar düzenlenmiş, türbeler ziyarete açılmış, hac için gerekli döviz verileceği açıklanmıştır.

Tek parti döneminin sert politikaları ve baskıcı uygulamaları nedeni ile merkezden uzak yeraltına çekilen siyasal İslam, tarikatlar üzerinden birbirleri ile olan bağlarını sürdürmeye çalışmıştır. Çok partili hayata geçiş ile birlikte siyasal İslamcı unsurlar da siyaset sahnesinde görünür olmaya başlamış ve doğaları gereği sağ partilere yönelmişlerdir. 1945-1950 yılları arasında İslami geleneğin en önemli temsilcisi Millet Partisi idi. Ancak ciddi bir muhalefet sergileyememiştir. Milli Nizam Partisi kuruluncaya kadarki dönemde bir diğer islami kimlikli parti İslam Demokrat Partisi olmuştur. Ancak o da kuruluşundan kısa bir süre sonra kapatılmıştır.

1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi toplum üzerindeki devlet baskısını yumuşatmıştır. Bu durum İslami ideolojiye de daha rahat hareket alanı sağlamıştır. 1950 de iktidar değişimi ile birlikte diğer muhalif kesimler gibi tarikat ve cemaatler de Demokrat Parti etrafında toplanmıştır. Böylelikle Demokrat Parti, toplumdaki bastırılmış ve ihmal edilmiş kesimleri konsolide ederek yeni bir dönemi başlatıyordu.

Demokrat Parti iktidara geldikten sonra Cumhuriyet Halk Partisinin son dönemlerinde başlattığı dini alana dönük düzenlemeleri genişleterek devam ettirmiştir. İlk icraatı ise ezanın Arapça okutulması olmuştur. Ardından radyo programlarındaki dini yayın yasağı kaldırılmış, ezan radyodan da yayınlanır olmuştur. Din dersleri zorunlu hale getirilikten, imam hatip okulları da eğitim sistemi içerisine dahil edilmiştir.

Demokrat Partinin dine karşı bu politikaları bir süre sonra suistimal edilmiş parti içerisindeki bireysel söylemler olayların boyutunu değiştirmiştir. Özellikle 1952’de Vatan Gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman’a düzenlenen silahlı saldırı sonrasında DP İslami gelişmelere sessiz kalma tavrından vazgeçmiş laikliği sahiplenici tavır takınarak dinin siyasete karıştırılmasını önleyici yasal düzenleme yapma gereği duymuştur. Bunun üzerine 1953 yılında Vicdan Hürriyetini Koruma Kanunu çıkarılmış, 1952’de İslam Demokrat Partisi kapatılmıştır.

1950’li yıllarda CHP ile DP arasındaki diyaloglarda da İslamcı kavramların sıkça kullanıldığı dikkat çekmektedir. Bu durum İslamcı düşünceyi bir propaganda aracı haline getirmekle birlikte islamcı grupların kendilerine sağ partilerde yer bulmasına zemin hazırlamıştır.

1950’lerde siyasal İslam’ın oluşmaya başlamasında ABD’nin de rolü olduğu savı bir diğer görüştür. ABD’nin dış siyaseti gereği Türkiye ile yakın ilişki içerisinde olmasının nedeni Sovyet istilası ve kominizim tehlikesi idi. Türkiye’de İslam’ın siyasallaşması toplumdaki kominizim sempatizanlığını engellemede önemli bir araç olabilirdi. Bu düşünce ile ABD’nin Yeşil Kuşak Doktrini adı ile İslamcı grup ve toplumları desteklemesi bu grupların ilerleyen yıllarda partileşerek siyasette yer edinmelerinde bir etken olmuştur.

1950‘ler boyunca süren DP iktidarı 27 Mayıs 1960 darbesi ile sonlandırıldı. Darbe sonrası oluşturulan Milli Birlik Komitesinin İslami yükselişe karşı bir engel oluşturacağı düşünülmüş olsa da fiiliyatta bu durum gerçekleşmemiştir. Milli Birlik Komitesi, İslam’ın Türk toplumundaki yerinin bilincinde olarak hareket etmiş, tek parti iktidarının sert uygulamalarından kaçınmış, devlet denetimine ve değişime karşı gelmeyecek bir İslami anlayışın oluşmasına çalışmıştır. Askeri yönetim bu dönemde imam hatipler ve kuran kurslarının yeniden düzenlenmesi dışında herhangi bir kurumsal düzenlemeye gitmemiştir. Ayrıca DP döneminde gelişim gösteren, siyasal olmayan İslam’a da hoş görü ile yaklaşmıştır.

Darbe dönemi sonrasında hazırlanan 1961 Anayasası 2. Maddesinde laikliği devletin temel niteliklerinden biri olarak kabul ederken 19. Madde de herkesin din ve vicdan özgürlüğüne sahip olduğunu belirtiyor, böylece devletin temel yapısının, belirli bir dinin kurallarına göre düzenlenmesini yasaklıyordu. 1961 Anayasasının özgürlükçü yapısı siyasal İslam’ı engellemek yerine İslamcı düşünceyi savunan siyasi hareketlerin oluşmasına imkân sağlamıştır. Nitekim 1960’ların sonuna doğru önce Milli Nizam sonra da Milli Selamet Partisi ile siyasal yaşama daha aktif olarak katılacaklardı.

1950’li yıllar İslamcı hareket için dönüm noktasıydı. Bulaç bunu 3 önemli sebebe dayandırmaktadır. Pakistan’ın 1947’de Müslüman bir ulus devlet olarak kurulması, Pakistan devriminden ilham alarak Mısır’da Müslüman kardeşlerin ortaya çıkması ve geçmişte hilafetin merkezi olan Türkiye’de çok partili hayata geçilmesi. Buna eklenecek dördüncü bir neden ise 50’li yıllarda modern kentlerin gettolarına göç eden kitlelerin sayısındaki artıştır. Bu kitlelerin yönelimi ve talepleri İslamcı hareketin şekillenmesinde etkili olmuştur. Bu kesim köylü Müslümanlığı şehirlere taşırken, kendi aralarındaki cemaatleşmenin oluşturdu tarikatlar ise modern şehir hayatından kaçanların toplandıkları mekanlar haline gelmiştir. 1950’lerde toplumsal hareketlilik bu yönde gelişirken siyaset düzleminde Demokrat Parti etrafında toplanan siyasal İslam, 1960 darbesinden sonra Demokrat partinin devamı olarak değerlendirilen ve 1961 yılında kurulan Adalet Partisine yönelmiştir. 1960’lar boyunca devam eden bu yönelim, Adalet Partisinin Demokrat Partiden farklı olduğunun anlaşılması ile 60’ların sonunda İslamcıların bağımsız bir siyasal hareketi başlatmaları ile neticelenmiştir.

Türkiye 1969 yılında seçimlere giderken, Türk siyasi hayatına yeni bir siyasi anlayış ve düşünceyi getirmeyi amaçlayan siyasal İslamcılar da bu seçimlere, kendi partileri ile girmeyi hedeflemişler ancak gereken örgütlenmeyi sağlayamamışlardı. Bunun üzerine bağımsız ya da sağ partiler nezdinde seçime katılma kararı alındı. İlerde Millî Görüşün lideri olacak olan Necmettin Erbakan Konya’dan Adalet Partisine aday adayı olarak başvurmuş ancak Süleyman Demirel tarafından veto edilmişti. Bunun üzerine bağımsız olarak seçime giren Erbakan, 1969 seçimleri ile meclise girmeyi başarmıştır. Ve hemen akabinde 26 Ocak 1970 tarihinde Milli Nizam Partisi kurulmuştur. Parti, basın ve kamuoyu nezdinde Türkiye’de yasal yollar ile İslam’ın destekçisi olarak tanımlanmıştır. Parti çatısı altında siyasal İslamcı aydınlar, tarikat mensupları, dinin toplumsal hayata hâkim olmasını isteyen toplumsal taban, cumhuriyet rejiminin dışladığı etnik unsurlar ve kökten dinci yapılanmalar toplanmıştır. Parti tabanını taşralı küçük işletmeler ve tarikatlara bağlı muhafazakar kesimler oluşturmakta idi. Parti programı ve söylemlerinde faizsiz düzen, ahlak ve maneviyat, İslam ortak pazarı , Siyonizm ve Masonluk karşıtlığı yer alıyordu.

MNP her ne kadar İslami bir parti olarak nitelendirilse de söylemlerinde hep çekingen davranmıştır. Buna rağmen laikliğe açıkça saldırmaktan çekinmemiştir. Parti programında laiklik için, laikliği, din aleyhtarlığı şekline dönüştüren her türlü anlayışa karşıyız, şeklinde bir ifade kullanılmıştı. Mevcut yasalar nedeni ile İslami kimliğini açıkça sergilemekten kaçınan MNP, İslami sistemin taraftarı olduğunu ve bu sistemi nasıl kuracağını, üstü kapalı söylemlerle de olsa ifade etmekten çekinmemiştir.

MNP Türkiye’de bağımsız bir İslami hareketin küçük ama ilk temsilidir. 12 Mart 1971 müdahalesinin hemen sonrasında Anayasa mahkemesi kararı ile 20 Mayıs 1971 tarihinde kapatılmıştır. Kapatılana kadar Türk siyasi hayatında önemli bir rol oynamasa da siyasal İslamcı partilerin ilk tecrübesi olarak tarihteki yerini almıştır. Partinin kapatılmasından sonra Necmettin Erbakan İsviçre’ye gitmiştir. Akabinde İslamcı tabandan gelen baskılar neticesinde 11 Ekim 1972 tarihinde Milli Selamet Partisi kuruldu. Partinin ilk genel başkanlığını Süleyman Arif Emre yapmıştır. MSP’nin kuruluş çalışmaları içinde yer alan Necmettin Erbakan, partiye 1973’ün mayıs ayında resmen katılmış, 20 Ekim 1973 tarihinde de parti genel başkanı olmuştur.

Millî Görüş kavramı da Milli Selamet Partisi ile birlikte temellenip ortaya çıkmıştır. Erbakan’ın dindar kişiliği ve milliyetçi tavrını ifade etmektedir. Ortak Pazara karşı çıkıp, İslam dünyasına açılımı savunan MSP amaçlarının maddi ve manevi kalkınmayı sağlamak olduğunu belirtir. Osmanlı’nın çöküşünü, batılılaşma hedefi ile İslam’ın reddedilmesine bağladığından, büyük Türkiye’nin de ancak İslam uygarlığına dönmekle sağlanabileceğini iddia etmektedir.

Milli Selamet Partisi kuruluşundan bir yıl sonra 14 Ekim 1973 tarihinde yapılan genel seçimlere katılarak oyların %11,8’ini aldı. 48 milletvekili ile meclise girmeyi başaran MSP senato seçimleri sonucunda da 3 senatörlük kazandı. 1973 seçim sonuçları tek bir partinin iktidarına imkân vermeyince Türk siyasi tarihinde ilke kez “siyasal İslam” koalisyon ortağı da olsa iktidara gelmiş oluyordu. 26 Ocak 1974 tarihinde CHP – MSP koalisyonu fiilen kuruldu. Bu, İslam ile demokrasinin birbirleri ile uyumlu olup olmayacağının da bir anlamda deneyi idi. Bu koalisyon ile Erbakan devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olurken, Türkiye ise siyasal İslam’ın kadroları ile tanışıyordu. MSP’nin koalisyon hükümetindeki imajı İslam ahlakı, Osmanlı mirası, vicdan özgürlüğü ve Türkiye ekonomisinin hızlı sanayileşmesi yoluyla gelişmesi idi.

CHP-MSP Koalisyonu derin fikir ayrılıkları nedeni ile uzun soluklu olamadı. İlk çatlak 15 Mayıs 1974 tarihinde Af Kanunu yüzünden çıktı. “Solcuların affına hayır” diyen 20 MSP Milletvekili, Erbakan’a muhalefet etti. Ardından 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleşti. Kıbrıs Harekatının toplum nezdinde yarattığı olumlu atmosferden kendilerine pay çıkararak tek başına iktidar olma hevesine kapılan CHP ve MSP 19 Ekim 1974 tarihinde koalisyonu bozdu.

Hükümetin istifasının ardından olası bir erken seçimi engellemek amacıyla sağ partiler bir araya gelerek 1975’te Birinci Milliyetçi Cephe hükümetini kurdular. MSP bu koalisyon içerisinde de yer aldı. Daha sonra meclisin 05 Haziran 1977’ tarihinde erken seçim kararı alması ile bu koalisyon hükümeti de son bulmuştur.

1977 Genel seçimlerinde Nurcuların AP’yi desteklemesi ve bir kısım İslami kesimin oylarının MHP’ye kayması neticesinde MSP’nin oyları % 11 ‘den % 8’e gerilemiştir. Seçim sonrasında CHP’nin azınlık hükümeti kurma girişimlerine karşı Demirel, “Milliyetçi partiler topluluğu iktidarı sola teslim etmemeli” diyerek, İkinci Milliyetçi Cephe koalisyonu kumuş ve MSP bu koalisyonda da yerini almıştır.

Bu dönemde İmam hatip ve kuran kurslarının sayısı artarken İslam dünyası ile ilişkiler de çoğalmıştır. Diyanet kadroları arttırılmış, hac kotaları kaldırılmış, okullara zorunlu ahlak dersi konularak derslerin din görevlileri tarafından verilmesi kararlaştırılmıştır. Tatil günü olarak cumanın talep edilmesi, Osmanlı hanedan üyelerine Türk vatandaşlığına geçiş hakkının verilmesi talepleri de bu döneme rastlar.

MSP koalisyon döneminden sonra muhalefette olduğu zamanlarda da söylemlerini gittikçe sertleştirmiştir. Alenen şeriata dayalı devlet kurma taleplerini, dinsiz devletin yıkılacağı söylemlerini dile getirir olmuşlardır. 06 Eylül 1980 tarihinde Konya’da düzenledikleri mitingde Erbakan, Türkiye’de İslam’ın daha etkin bir şekilde yaşanması gerektiğini savunuyordu. Yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı Konya mitinginde “Şeriat isteriz” sloganları atılmış, Türk bayrakları indirilerek yerine yeşil bayraklar açılmıştır.

MSP gerek söylemleri ve parti programı, gerekse partiyi oluşturan yönetici kadrosu ve arkasına aldığı cemaatler ile siyasal İslam’ın partisi olma özelliğini taşıyordu. 70 li yıllar boyunca islamın büyük ölçüde siyasallaşmasında, Milli Selamet Partisinin bu yıllar boyunca koalisyon hükümetlerindeki varlığı önemli bir etken olmuştur.

12 Eylül 1980 tarihine gelindiğinde yaşanan askeri darbe sonrası diğer partiler gibi MSP’de kapatılmıştır. Hatta müdahalenin gerekçeleri arasında darbeden 6 gün önce MSP’nin Konya’da gerçekleştirdiği miting de gösterilmekteydi. Erbakan ve diğer parti yöneticileri sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmış ve 1985 yılında beraat etmişlerdir.

1980 Askeri darbesini gerçekleştiren kadro, toplum nezdinde elde etmek istediği meşruiyeti din ögesi üzerinden sağlamaya çalışmıştır. Kenan Evren, darbe sonrasındaki konuşmalarında dine ve Kuran’a referans vererek İslami ve milli değerlerin birliğini vurguluyordu. Nitekim 12 Eylül darbesinin en önemli ürünü de “Türk İslam Sentezi” olmuştur. Darbe sonrasında siyasetten, kültüre, eğitimden, idari yapıya tüm alanlar bu ideoloji ekseninde biçimlendirilmiştir. Kenan Evren yaptığı miting konuşmalarında dini motifler kullanmaktan çekinmemiştir. 19 Ekim 1981 tarihinde okullarda din dersi zorunlu hale getirilirken, imam hatip liselerinin ve öğrencilerinin sayısı arttırıldı. 1983 tarihinde imam hatip lisesi çıkışlılara üniversitelerin her bölümüne girme hakkı tanındı. Böylece din eğitimi, meslek okulu olmaktan öte alternatif bir eğitim sistemi haline getirildi. Tüm bu gelişmeler cemaatlerin toplum içerisindeki görünürlüğünü ve etkinliğini arttırarak tüm alanlarda belirleyici bir rol üstlenmelerini sağladı. Buna bağlı olarak muhafazakarlığın güçlenmesinin de önü açılmış oldu.

Darbe sonrasında demokratik düzene yeniden dönüş girişimleri neticesinde 1983 yılında yeniden siyasi partiler kurulmaya başlamıştır. Kurulan partilerin çoğu seçim öncesinde MGK’dan veto yerken bir tek Turgut Özal’ın partisi ANAP bu engeli aşabilmiştir. Parti, İskenderpaşa Dergahından da destek görüyordu. Dergâha bağlı bir Nakşi olan Özal, MSP tabanından da kabul görmekte idi. Hatta aynı yıl içerisinde kurulan ve MSP ‘nin devamı niteliğindeki Refah Partisi, ANAP içerisindeki İslamcı kadroları kendi çatısı altına çekmeyi başaramamıştı.

12 Eylül darbesinin siyasi partileri kapatması, parti liderleri ve önde gelenlerinin de siyasi yasaklı olması 1990’lı yıllara kadar Türk siyasetinde, Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisinin faaliyet göstereceği bir döneme girilmesine neden olmuştur. Bu dönem, siyasal İslam’ın da gelişmeye devam ettiği bir dönemdir. 1983 yılında kurulmasına rağmen MGK vetosu nedeni ile seçimlere katılamayan Refah Partisi 1987 yılında siyasi yasağı kalkan Necmettin Erbakan’ı kongre ile parti başına getirmiştir. Böylece Erbakan yeniden milli görüş hareketinin başına geçmiş oluyordu. Aynı zamanda parti, 1987 yılında katıldığı yerel seçimlerde aldığı %3,75 oy oranı ile yeniden siyaset sahnesine çıkmıştı. Zamanla toplumsal tabanını arttırarak güçlenen Milli Görüş hareketi, 1991 erken seçimlerinde %16’lık oy oranı ve 1994 yerel seçimlerindeki seçim zaferi ile siyaset alanındaki etkinliğini gittikçe arttırmıştır.

Türkiye’de 80 sonrasında İslamcılığın yükselişinde dış faktörlerin de etkisi gözden kaçırılmamalıdır. Özellikle soğuk savaş döneminde sol kutbun materyalist yaklaşımına karşı Batı’da dini değerler ön plana çıkmıştır. Bu dini yükseliş pek çok ülke gibi Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. Ayrıca soğuk savaş sonrasında Balkanlar ve Ortadoğu’daki Türk soydaşları ve Müslüman toplumları ile yeniden temasa geçen Türkiye, cumhuriyet dönemi öncesine ait Panislamizm ve Pantürkizm gibi akımları yeniden hatırlayarak bu akımların yeniden güçlenmesini sağlamıştır.

1987 yılında siyasi yasağı kalkan ve Refah Partisinin başına geçen Erbakan aynı yıl içinde yapılan erken seçimlerde barajı geçemese de 1991 yılı genel seçiminde %16 oy oranı ile büyük bir başarı elde etmişti. Bu seçim dönemi içinde 02 Temmuz 1993 tarihinde yaşanan Sivas katliamı, olayın yaşandığı ilin, Refah partisi belediye sınırları içerisinde olması nedeni ile siyasal İslam açısından önemlidir. Ayrıca İslamcı kesimce ortaya atılan laik-Müslüman karşılaştırmasının çıkardığı kutuplaşmanın neticesinde olması, karşıt grubun din düşmanı gibi görülerek katledilmeye çalışılması ile hafızalara kazınmıştır.

1994 yerel seçimleri ise siyasal İslam’ın zaferi olmuştur. İstanbul ve Ankara dahil 28 ilin belediye başkanlığını Refah partisi kazanmıştır. Büyük kentlerin taşralı sakinleri, şehir hayatına karşı hissettikleri yabancılaşma ve ahlakın yozlaştığı, dinden sapmaların yaşandığı düşüncesi ile Refah partisine yönelmişlerdir.

1980 darbesinden sonra Refah Partisi İslam dinini ana politikası yaptığı gibi Türk siyasetinde de siyasal İslam temel belirleyici haline gelmiştir. 1995 genel seçimlerinde aldığı %21,38 oy oranı ile birinci olan Refah Partisinin başarısında ekonomik sıkıntılar, toplumsal muhafazakâr eğilimler ve merkez sağ partilerin oy kaybı da etkili olmuştur. Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah partisi özellikle İslami hassasiyetleri olan seçmenler, esnaf ve orta sınıftan geniş destek almıştır.

1995 seçim sonuçları hiçbir partinin tek başına iktidarına olanak tanımıyordu. Bunun üzerine önce DYP ile ANAP arasında bir koalisyon kurulmuş ancak uzun soluklu olmamıştır. 1996 yılında Refah Partisi ile Doğruyol partisi arasında kurulan Refah-yol hükümeti ile Necmettin Erbakan ilk İslamcı başbakan oluyordu.

Refah Partisi bu süreçte hem kendi seçmenini memnun etmek hem de iktidarda olmanın verdiği özgüvenle İslamcılığı siyasal alana daha fazla sokmaya başlamıştır. Dış politikada batı eksenli yönelimden farklı olarak İslam ülkeleri ile siyasi ve ekonomik iş birliğini savunmuş, bu yönde İslam ülkeleri ile iş birliklerine yönelmişti. Bu durum, Türkiye’nin batı ile olan ittifakına zarar vereceği endişesi ile asker ve lâik kesim tarafından endişe ile izleniyordu. Aynı şekilde başbakanlıkta verilen iftar yemekleri, kamu kurumlarında türbanlı çalışanların artması, RP’li belediyelerin alkollü mekanlara ruhsat vermemesi gibi gelişmeler de siyasal İslami kimliğin öne çıkarıldığı şeklinde yorumlandı. 30 Ocak 1997’de Refah Partili Sincan Belediyesinin düzenlediği Kudüs Gecesi ertesinde TSK, Sincan’da tankları yürüterek gözdağı verdi. Bu olay, askerin Refah-yol hükümetine yönelik rahatsızlığını açıkça göstermesi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Ayrıca bazı tarikat ve cemaatlerin devlet içinde örgütlendiği iddiaları da asker ve laik kesimde kaygı uyandırıyordu.

Tüm bu gelişmeler üzerine Türk siyasi tarihinde post modern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat 1997 sürecine gelinmiştir. 28 Şubat süreci Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişini kesintiye uğratan önemli bir olgudur. Bu dönemin MGK kararları ile siyasal İslam hareketi, devleti yıkmaya yönelik hareketler olarak nitelendirilmiştir. MGK toplantısı sonrasında iktidarda bulunan Refahyol hükümetine bir dizi öneri görünümünde yaptırım listesi sunulmuştur. Listenin başına halkın İslamcı eylemlerinin önünün kesilmesiyle birlikte Kemalist reformlara geri dönülmesi talepleri bulunmakta idi. İrticai faaliyetlerin durdurulmasını emreden kararlar ile imam hatiplerin etkilerini azaltma, başörtüsü yasağını sıkılaştırma ve laiklik ilkesinin korunmasını sağlama gibi kararlar alınıyordu. Ayrıca medya, iş dünyası ve bürokrasiden de hükümete baskı uygulanıyordu.

Artan baskılar neticesinde Erbakan, 30 Haziran 1997 tarihinde istifa etmiştir. Böylece Refah-yol Hükümeti sona ermiş, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yeni hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiştir. 28 Şubat süreci ile seçilmiş bir hükümet ordu tarafından direkt olarak el konulmadan sivil güçlerce istifa ettirilmiş oluyordu. Yeni kurulan hükümet irtica karşıtı uygulamaları yürürlüğe koymaya başlamıştır. Bu uygulamalarda belirleyici rol MGK Genel Sekreterliği, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi ve silahlı kuvvetler içindeki Batı Çalışma Grubu gibi bürokratik organlar olmuştur.

Türkiye’de siyasal İslam zaman içinde ideolojik değişim ve dönüşümler de geçirmiştir.  Özellikle 1991 seçimleri sonrasında Refah partisi içinde belirmeye başlayan ayrışma, 1994 yerel seçimleri ile parti içindeki yenilikçi kanadı temsil eden Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesi ile daha da hissedilir olmuştur. 28 Şubat süreci ise bu ayrışmayı iyice gün yüzüne çıkaracaktır.

28 Şubat post modern darbesinden sonra Refah Partisi kapatılma riski ile karşı karşıya idi. Bunu önceden değerlendiren parti kurmayları 1997 yılında Milli Görüş çizgisinin devamlılığını sağlamak adına Fazilet Partisini kurdular. 16 Ocak 1998 tarihinde Refah Partisinin Anayasa Mahkemesi kararı ile kapatılması ve başta Erbakan olmak üzere bazı yöneticilerin siyasi yasaklı hale gelmesi üzerine, Refah Partisi kadroları, Fazilet Partisine geçmişlerdir.

1999 genel seçimlerinin ana gündemi 28 Şubat, siyasal İslam, irtica ve parti kapatılma tartışmaları idi. Bu seçimlerde Recai Kutan liderliğindeki Fazilet Partisi oyların %15,41’ini alarak meclise 3. Parti olarak girmeyi başardı. Recai Kutan, Fazilet Partisinin başına getirildiğinde partilerinin Refah Partisinden farklı olduğunu ilan ediyor, yeni partinin birinci amacının adil düzen kurmak değil, Türkiye’de demokrasinin, insan haklarının ve siyasal özgürlüklerin geliştirilmesini amaçladıklarını vurguluyordu. Buna sebep olarak da son iki yılda yaşadıkları deneyim sonucunda demokrasinin her şeyden önce geldiği, demokrasi olmadan hiçbir şeyin gerçekleştirilemeyeceğini öğrendiklerini belirtiyordu.

Recai Kutan, her ne kadar partilerindeki değişimden söz etse de parti içindeki yenilikçi kanat bu söylemden ikna olmuş görünmüyordu. Millî görüş çizgisindeki ilk çatlak, 2000’de yapılan Fazilet Partisinin 1. Kongresinde daha da görünür oldu. Kongrede, yenilikçilerin adayı Abdullah Gül 521, gelenekçilerin adayı Recai Kutan 633 oy aldı.

Recai Kutan, her ne kadar Refah Partisinin devamı olmadıklarını belirtse de Anayasa Mahkemesi 22 haziran 2001 tarihinde Fazilet Partisini, Refahın devamı olarak değerlendirerek kapatmıştır. Fazilet Partisinin kapatılmasından hemen sonra bu partiden 2 ayrı parti ortaya çıkmıştır. Partilerden biri Erbakan çizgisinde devam eden gelenekçilerin Saadet Partisi diğeri ise yenilikçilerin öncüsü olan Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisidir. AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde oyların %36’sını alarak birinci parti olmayı başarmıştır. Saadet partisi ise aynı seçimlerde etki gösteremeyerek meclis dışında kalmıştır.  Bugün hala Saadet ve AKP siyasi yaşamda etkin olup İslami söylemler ile İslamcı kesimin oylarını almaktadır.

Kaynakça :

Anacık, Talha Oğuz. “TÜRKİYE’DE SİYASAL İSLAMIN TEMELLERİ”. Sahipkıran Stratejik Araştırma Merkezi - SASAM, 27 Mayıs 2014. https://sahipkiran.org/2014/05/27/turkiyede-siyasal-islam/.

Ay, Şadiye. “TÜRKİYE’DE SİYASAL İSLAM”. Mevzuat Dergisi 7, sy 83 (Kasım 2004). https://www.mevzuatdergisi.com/2004/11a/02.htm.

Çoban, Savaş. “Türkiye’de Siyasal İslamın Kısa Tarihi”. Bianet, 01 Kasım 2014. https://bianet.org/yazi/turkiye-de-siyasal-islamin-kisa-tarihi-155563.

Gülşen, Funda. “İSLAMCILIK AKIMININ TÜRK SİYASAL HAYATINDAKİ İDEOLOJİK EVRİMİ”. Turkuaz Uluslararası Sosyo-Ekonomik Stratejik Araştırmalar Dergisi 6, sy 1 (2024): (60-83).

Saf, Hacı Hasan. “Türkiye’de Yükselen Siyasal İslamın Postmodern Nedenleri”. Karadeniz Teknik Üniversitesi İletişim Araştırmaları Dergisi 3, sy 12 (Temmuz 2016): 104-19.

Türk, Resul. “TÜRKİYE’DE SİYASAL İSLAM’IN ÖRGÜTLENME FAALİYETLERİ”. Akademik Hassasiyetler Dergisi 2, sy 3 (2015): (99-131).

Yorumlar