Hükümet Sistemlerinin tanımlanmasında devletin üç temel organı olan yasama, yürütme ve yargı kuvvetleri arasındaki ilişki esastır. Literatürde yargının bağımsızlığı temel kabulünden yola çıkılarak, hükümet sistemlerinin tasnifinde genelde yasama ve yürütme arasındaki ilişki temel alınmaktadır.
Buna göre hükümet sistemleri
Kuvvetler Birliği ve Kuvvetler Ayrılığı Sistemleri olarak ikiye ayrılır. Yasama
ve yürütme erklerinin, yürütme organında birleştiği ve yürütme organının da
seçim ile belirlenmemiş bir kişi ya da kuruldan oluşması halinde diktatörlük ya
da mutlak monarşiden bahsedilmektedir. Ki bu demokratik olmayan bir hükümet
modelidir. Yasama ve yürütme kuvvetlerinin yasama organında birleştiği hükümet
sistemi Meclis Hükümeti sistemidir. Bu sistemde yasaları yapan da uygulayan da
meclistir. Meclisin, halkın iradesi ile belirlenmiş olmasından ötürü demokratik
bir hükümet modelidir. Kuvvetler ayrılığına dayanan hükümet sistemleri ise
kuvvetlerin birbirinden ayrılma derecelerine göre tasnif edilir. Yasama ve
yürütme erklerinin birbirinden kesin ve sert bir şekilde ayrıldığı hükümet
sistemine başkanlık hükümet sistemi, kuvvetlerin birbirinden dengeli ve yumuşak
ayrıldığı hükümet sistemine ise parlamenter sistem denilmektedir. Bir de bu
tasnife literatüre sonradan eklenen, başkanlık ve parlamenter sistemin bir
kısım özelliklerini içinde barındıran, karma bir hükümet modeli olarak yarı
başkanlık hükümet sistemini dahil edebiliriz.
İmparatorluktan ulus devlete
evrilen genel tarihimize baktığımızda mutlak monarşiden başlayarak hemen hemen
tüm hükümet modellerinin siyasi tarihimiz içerisinde farklı dönemlerde uygulana
geldiği görülmektedir.
Hükümdar, hakan, sultan, padişah
gibi sıfatlar ile anılan Osmanlı devlet başkanları, devletin ilk kuruluş
dönemlerinde, Osmanoğulları ailesi içerisinden liyakat ve ehliyete dayalı
olarak belirlenmekte idi. Ancak bunun güçlüğü ve zamanla kardeş kavgalarına
neden olması neticesinde, Fatih Sultan Mehmet döneminde irsiyet esasına dayalı
olarak iktidarın babadan en büyük oğula geçmesi kaidesi kabul edilmiştir. IV.
Mehmet’ten (1648-1687) sonra ise tahtın Osmanlı hanedanının en büyük erkek
çocuğuna intikali, genel bir kural olarak uygulanmıştır.
I. Selim’in hilafet makamını
devralması ile birlikte Osmanlı padişahları hem cismani hem de ruhani iktidarı
kendilerinde toplayarak daha da güçlenmişlerdir. Osmanlı Devleti, hilafet
makamı ile birlikte dinî temellere dayalı mutlak monarşi ile idare ediliyor
olmuştur. Devlet idaresinde padişahın yanında yardımcı görevliler ve organlar
bulunsa da bunların yetkiyi paylaştıkları söylenemez. Tüm yetkiler, padişahın
şahsında toplanmış olup bu yetkiyi sınırlandıracak hukuk kaideleri ya da
denetleyici mekanizmalar da yoktur. Her ne kadar padişahın devlet idaresinde
şeriat hükümlerine sadık kalması gerekli olsa da bunun da denetiminin
yapılmasının güçlüğü ve sınırlandırıcı bir düzenin olmayışı, yasama ve yürütme
erklerinin iktidarın tekelinde olduğu bir düzeni oluşturmuştur. Tarihsel
gelişim içerisinde iktidarın sınırlandırılması gerekliliği ortaya çıkmış, buna
istinaden bazı düzenlemeler ile Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan 1876
Kanun-ı Esasinin de oluşum süreci işlemeye başlamıştır.
23 Aralık 1876 tarihinde
Abdülhamit’in Kanuni Esasiyi ilanı ile birlikte Osmanlı Devleti anayasal bir
düzene girmiş oluyordu. Kanuni Esasi yasama, yürütme ve yargı erklerini
belirleyip, yürütmeyi hükümdar ve heyet-i vükela (bakanlar kurulundan) oluşan
ikili bir yapıda dizayn etse de gerek uygulama gerekse erkler arasındaki
ilişkiler nedeni ile oluşturulan sistemin tam bir parlamenter sistem olduğu
sözlenemezdi, üstelik hükümdarın yetkileri de sınırlandırılmamıştı. Ancak 1909
‘da ikinci meşrutiyetin ilanı ve Kanuni Esasi’de yapılan yeni düzenlemeler ile
padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı bir düzene, dolayısıyla mutlak
monarşiden meşruti monarşiye geçilmiş oldu. Meşruti kelimesi, Arapça kökenli
olup siyaset literatüründe anayasa ve kanunlar ile sınırlandırılmış anlamında
kullanılmaktadır. 2. Meşrutiyet ile birlikte hükümdarın yetkilerinin anayasa
ile sınırlandırıldığı meşruti, yani anayasal monarşiye geçilmiştir.
Ancak oluşturulan bu meclisli
yapı çok uzun soluklu olamamıştır. 30 Mart 1918 Mondros Mütarekesi sonrasında
Birinci Dünya Savaşı’nın galip ülkeleri Osmanlı Devleti’ni işgale başlamış, bu
durum Anadolu ve Rumeli’de direniş hareketlerine sebep olmuştur. 16 Mart
1920’de İstanbul’un işgali üzerine Meclis-i Mebusan dağılmak zorunda kalmıştır.
Meclisin dağılması sonrasında Mustafa Kemal, 19 Mart 1920’de yürürlükteki seçim
yasasına göre seçimlerin on beş gün içerisinde yenilenerek olağanüstü yetkileri
haiz bir meclisin Ankara’da toplanması kararını duyurmuştur. Farklı kesimden ve
farklı görüşten kişilerin temsil edildiği, dağılan Meclis-i Mebusan üyelerinin
de katıldığı Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanmıştır.
1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanununu kabul edecek olan da bu meclis olacaktır.
11 Nisan 1920’de Meclisi
Mebusanın feshi ile Osmanlı Devleti hükümdarının, iktidarı yeniden tekeline
aldığı düşünülse de fiili durum farklıydı. 23 Nisan 1920’de TBMM‘nin
açılmasından itibaren, özellikle de saltanatın kaldırılmasından sonra padişahın
Anadolu üzerinde hakimiyeti kalmamıştı. Nitekim 1920 ile cumhuriyetin ilan
edildiği 1923 yılına kadar olan süreçte ülke, devlet başkanı olmadan, yasama ve
yürütme erklerinin TBMM çatısında toplandığı, yani yukarıda tanımladığımız
yasama ve yürütme erklerinin yasamada toplandığı bir meclis hükümeti sistemi
ile idare edilmiştir.
1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
ile Türkiye Devleti adı ile yeni bir devlet kurulmuş, egemenlik kayıtsız
şartsız millete verilmiş, yasama ve yürütme erkleri mecliste toplanmış ve bu
yönleri ile adı konmamış olsa da Cumhuriyet rejiminin temelleri atılmıştı. 29
Ekim 1923 tarihinde 1921 Anayasasında gerçekleştirilen değişiklik, Cumhuriyetin
ilanı yanı sıra devlet başkanı makamının oluşumu, hükümetin kuruluşu ve sistemi
üzerine önemli değişiklikler getirmiştir.
Buna göre Türkiye Devleti’nin rejimi
Cumhuriyet olarak belirtilmiştir. Cumhurbaşkanının, Türkiye Büyük Millet
Meclisi tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçileceği
kararlaştırılmıştır. Hükümetin kuruluş esasları belirlenmiş, Cumhurbaşkanının
meclis üyeleri arasından Başbakanı seçeceği, Başbakanın da yine meclis üyeleri
arasından diğer bakanları seçtikten sonra Bakanlar Kurulunun, Cumhurbaşkanı
tarafından Meclisin uygun bulmasına sunulacağı, karara bağlanmıştır. Cumhurbaşkanının,
devletin başı olduğu belirtilerek gerekli durumlarda Meclise ve Bakanlar
Kuruluna başkanlık yapacağı belirtilmiştir. Bu değişiklik, saf meclis hükümeti
sisteminden ayrışmanın da göstergesidir. Buna mukabil, Reisicumhurun sadece
meclis üyeleri arasından seçilebilmesi ve kuvvetler ayrılığı ilkesine ters
olmakla birlikte, gerektiğinde sadece bakanlar kuruluna değil meclise de
başkanlık edebilmesi, sistemin meclis hükümeti ve kuvvetler birliği ilkelerine
hâlâ bağlı olduğunu gösteren işaretlerdir.
1921 Anayasa değişikliği ile
devletin başı Türkiye Devleti Reisicumhuru idi. Ancak halifelik makamı da hâlâ
varlığını sürdürmekteydi. 1922 yılında saltanatın kaldırılmasına karşılık gerek
İslam ülkeleri ile olan ilişkilerin gözetilmesi gerekse hilafete bağlı kesimin
rahatsız edilmek istenmemesi nedeni ile halifelik makamına dokunulmamıştı.
Bunun sonucu olarak bir yanda Cumhurbaşkanı diğer yanda “hükümranlık hakları
olmayan devlet başkanı” diye nitelenen halife olmak üzere iki devlet başkanlı bir
durum ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine 3 Mart 1924 tarihinde Halifelik Makamı da kaldırılmıştır.
Tarihler 20 Nisan 1924’ü
gösterdiğinde mecliste 1924 Teşkilatı Esasiye yani 1924 Anayasası kabul
edilmiştir. 1924 Anayasası 1921 tarihli Anayasayı kaldırdığı gibi halen
yürürlükte olan Kanuni Esasiyi de kaldırarak böylelikle ikili anayasa düzenini
sonlandırmıştır.
1924 Teşkilat-ı Esasiye Türk
ulusu adına egemenlik hakkının yalnız meclis tarafından kullanılacağını ve
yasama yetkisi ile yürütme erkinin de Büyük Millet Meclisinde toplandığını belirterek
kuvvetler birliği yani meclis hükümeti sistemini kabul etmiştir. Ancak 1924
Anayasasının yürütme ile ilgili hükümlerine bakıldığında kuvvetler birliği
ilkesinin 1921 Anayasasındaki gibi katı bir şekilde uygulanmadığını ve hatta
yer yer parlamenter sisteme özgü bir karakter taşıdığı da görülmektedir. 1924
Anayasasının hükümet sistemini tanımlayan bir diğer ifade “kuvvetler birliği ve
fonksiyonlar ayrılığı” sistemidir. Yasama yetkisinin kullanımını bizzat meclise
veren 1924 Anayasası, yürütme yetkisinin kullanımını ise meclis adına, Reisicumhur
ve onun tayin edeceği İcra Vekilleri Heyeti ‘ne vermiştir. Bu maddeye istinaden
yasama yetkisine bizzat sahip olan meclisin, yürütme yetkisine de sahip olmakla
birlikte pratikte bunun kullanımını İcra Vekilleri Heyetine bırakmış olması,
sistemin kuvvetler birliği prensibinden sapan yönüdür. Tüm bunlar birlikte
değerlendirildiğinde hem kuvvetler birliği ve meclis hükümeti unsurları hem de
parlamenter sistem unsurlarının bir arada görüldüğü, karma bir hükümet
sisteminden söz edilebilir. Bu anlam da yasama ve yürütme erkinin mecliste
toplandığı ancak yürütme fonksiyonunun meclis adına Bakanlar Kurulu eli ile
idame ettirildiği, yani yürütme fonksiyonunun ayrıldığı, kuvvetler birliği ve
fonksiyonlar ayrılığı temelinde bir sistem öngörülmüştür.
1945 yılına gelindiğinde, çok
partili hayata geçen Türkiye’de 1950 yılı seçimleri ile birlikte iktidar,
CHP’den Demokrat Partiye geçiyordu. 1950 ile 1960 yılları arasındaki iktidarı
boyunca, askeri ihtilal tehdidini sürekli üzerinde hisseden Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 darbesi ile ordu tarafından
iktidardan düşürülürken, otoriterleşmekle itham ediliyordu. Buna istinaden
askeri yönetim hak ve özgürlükleri genişleten, yasamanın yürütme üzerindeki
denetimini güvence altına alan, yürütmenin baskın kuvvet olmasını engelleyen
bir anayasa hazırlattı. Zira Demokrat Parti döneminde yaşanan sıkıntıların,
yürütmenin güçlü olmasından kaynaklandığı düşünülüyordu. Yasamanın yürütme
üzerindeki denetimi arttırılıyor ve anayasada, yasama yetki olarak
tanımlanırken yürütmeden görev olarak söz ediliyordu. 1961 Anayasasının Türk Anayasa
tarihi içerisinde kuvvetler ayrılığını ilk defa net bir şekilde ortaya koyan ve
en özgürlükçü metin olduğu konusunda çoğu hukukçu hem fikirdir. 1961 Anayasası
ile birlikte ülkenin hükümet biçimi de saf parlamenter sisteme dönüşmüştür.
Yukarıdaki şemada parlamenter
sistem kısaca özetlenmiştir. Halk, seçim yolu ile yasama organını yani meclisi
belirlemekte, yasama organı kendi içinden seçimle yürütmeyi belirlemektedir.
Yürütme organı iki başlı olup, bir kanadında cumhurbaşkanı ya da monarktan
oluşan devletin başı, diğer kanatta ise başbakan ve bakanlardan oluşan hükümet
bulunmaktadır. Hükümetin yasama organına karşı siyasi sorumluluğu varken,
devlet başkanının siyasi sorumluluğu yoktur. Bu nedenle devlet başkanlarının
yetkileri sınırlı ve semboliktir.
1961 Anayasası yasama yetkisini meclis
çatısı altında Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosundan oluşan iki meclisli
bir yapıya veriyordu. Yürütme yetkisi, cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruluna
veriliyordu. Kurulan hükümetin meclisten güvenoyu alma zorunluluğu, yürütmenin
yasama içinden çıkması ve cumhurbaşkanının yetkilerinin sembolik olması
açısından 1961 Anayasası saf bir parlamenter sistem öngörmüştü. 1961 Anayasası,
Demokrat Parti döneminde ortaya çıkan sorunların yürütmenin güçlü olmasından
kaynaklandığını düşünerek yasamayı, yürütme organına göre daha etkin bir konuma
getiriyordu. Yürütmenin ikinci plana atılmasının yol açtığı sorunlar, daha
anayasanın ilk onuncu yılında hissedilmeye başlanmıştır. 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası
sonucunda gerçekleştirilen 1971-73 anayasa değişiklikleri ile 1961 Anayasasının
özgürlükçü ve liberal yönleri kırpılarak, yürütmenin güçlendirilmesine dönük
girişimlerde bulunulmuştur. Bu durum, 1961 Anayasasının saf parlamenter
sistemden uzaklaşması ile neticelenmiştir. Ancak yürütmeyi güçlendirmeye dönük
bu girişimler de siyasi istikrarın sağlanması açısından yeterli olamamıştır.
1971-73 yılları arasında yapılan
anayasa değişikliklerine karşılık önlenemeyen asayiş sorunları, Kürt
ayrılıkçılığı, harap olmuş siyasal sistem ve İslami köktencilik tehlikesi gibi
sorunlar ülkenin, 12 Eylül 1980 askeri darbesine sürüklenmesine neden olmuştur.
Darbe sonrası hazırlanan 1982 Anayasası yürütmeyi güçlendirme yönünde yaptığı
düzenlemelerde özellikle yürütmenin cumhurbaşkanı kanadını güçlendirmiştir.
Cumhurbaşkanına yargı ve bürokrasi alanındaki atamalarda geniş yetkiler
verilmesi ve bazı idari işlemlerin karşı-imza olmadan gerçekleşmesi ya da
karşı-imza uygulamasındaki muğlaklıklar dikkat çekicidir. Bu durum 1982
Anayasasının parlamenter niteliğini, güçlü yetkilere sahip cumhurbaşkanı
dolayısıyla sarsmıştır. Cumhurbaşkanına parlamenter sistem sınırlarını
zorlayıcı yetkiler verilmesi, yürütmenin asıl icraatçı kanadını oluşturan
başbakan ile arasında gerilimlerin yaşanmasına neden olmuştur. Özellikle
1990’lı yıllarda Turgut Özal- Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel-Tansu Çiller ve
Ahmet Necdet Sezer- Bülent Ecevit ilişkileri bu bağlamda değerlendirilebilecek
örneklerdir.
Türk siyasi tarihi boyunca
cumhurbaşkanının yetkileri üzerinde yapılan tartışmalar ve istikrarsız koalisyon
hükümetleri dönemlerinde yürütmenin zayıflığı üzerine yapılan eleştirilerde
zaman zaman parlamenter sistem yerine başkanlık sistemine geçilmesi tavsiyeleri
dile getirilmiştir. Başkanlık sistemini en çok dile getiren liderler ise
Alparslan Türkeş, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan olmuştur.
Türk siyasetinde parlamenter
sistemin eleştirilip, başkanlık sistemine geçilmesi yönünde zaman zaman
görüşler dile getirilirken özellikle 1961 yılında parlamenter sisteme
geçilmesinden sonraki cumhurbaşkanı seçimleri ise tartışmaların ve hadiselerin
gölgesinde gerçekleşiyordu. Cemal Gürsel’in seçimi, partilere genel seçimlere
gitmenin bir ön şartı olarak dayatılmış, aday olmak isteyen Ali Fuat Başgil
tehdit edilerek adaylıktan uzaklaştırılmıştı. Gürsel’in halefi Cevdet Sunay,
görev süresini uzatmak istemiş fakat partilerin direnişi ile karşılaşmıştı.
Sunay’in halefi Fahri Korutürk’ün görev süresi bittiğinde partiler yaklaşık
altı ay boyunca, 115 tur oylamaya rağmen cumhurbaşkanı seçememişti. 1982’de
Kenan Evren, meclis kapalı olduğu için anayasa referandum sonucuna göre
kendisini cumhurbaşkanı ilan ettirdi. 1989’da Turgut Özal, DYP ve SHP meclisi
protesto ettiği için sadece Anap milletvekillerinin oylarıyla Cumhurbaşkanı
seçilebildi. 2000 yılında Ahmet Necdet Sezer, üçlü koalisyonun desteğine rağmen
ancak üçüncü turda cumhurbaşkanı seçilebilmişti.
2007 yılına gelindiğinde ise
cumhurbaşkanı seçimleri hem bir krize dönüşecek hem de hükümet sisteminde
değişimin kilometre taşını oluşturacaktı. Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 16 Mayıs 2007 tarihinde
sona eriyordu. Bu sırada meclis aritmetiği ise şöyleydi: AKP 352, CHP 149, ANAP
20 ve DYP 4 milletvekilliğine sahipti. Dolayısıyla AKP, kendi belirlediği
cumhurbaşkanı adayını seçtirebilmek konusunda avantaja sahipti. Zira anayasaya
göre cumhurbaşkanı seçilebilmek için bir adayın ilk iki turda nitelikli
çoğunluk olan 367 oy, 3 ve 4. Turda ise salt çoğunluk olan 276 oy alması
yeterliydi. Ancak 2007 yılına günler kala 26 Aralık 2006 günü, yargıtay eski
başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Cumhuriyet gazetesindeki yazısında cumhurbaşkanı
seçilebilmek için ilk iki turda gerekli 367 sayısının sadece seçim için gerekli
oy sayısını değil aynı zamanda mecliste oturuma katılacak kişi sayısını da
belirlediğini vurguluyordu. Kanadoğlu’na göre ilk iki oturuma en az 367 kişi
katılmalıydı. Bu görüş, dönemin ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı
Deniz Baykal tarafından da sahiplenilmişti. İktidar partisinin uzlaşmaya
yanaşmayarak kendi dayattıkları adayı seçtirmeye çalışmaları halinde oylamalara
katılmayacaklarını vurguluyordu. Tam da bu tartışmalar sürüp giderken 12 Nisan
2007’de bir basın açıklaması yapan Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Cumhurbaşkanı seçilecek kişinin, cumhuriyetin
değerlerini ve laikliği sözde değil özde benimseyen bir kişi olması gerektiğini
belirterek, orduyu da bu tartışmalara dahil ediyordu.
Tüm
bu tartışmalar arasında Ak Parti, Kayseri milletvekili Abdullah Gül’ü
cumhurbaşkanı adayı olarak açıkladı. 11. Cumhurbaşkanlığı seçimi için 1. Tur
oylama 27 Nisan 2007 tarihinde yapıldı. Abdullah Gül, 361 milletvekilinin oy
kullandığı bu oturumda oyların 357 sini almıştı. Cumhurbaşkanı
seçilebilmek için gerekli 367 oy sayısı sağlanamadığı gibi Kanadoğlu’nun öne
sürdüğü üzere birinci oylamaya 367 kişinin katılımı da sağlanamamıştı. Bunun
üzerine CHP, 1. Tur oylamanın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurdu.
Meclisin diğer muhalif partileri ANAP ve DYP ise CHP saflarında yer alarak,
yapılacak cumhurbaşkanlığı seçim oturumlarına katılmama kararlarını
açıkladılar. Ve ordu, tarihe 27 Nisan E-Muhtırası olarak geçen bildiriyi web
sitesinde yayımlayarak, milletin seçtiği bir iktidarı baskı altına alıyor ve
yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi için adete gözdağı veriyordu. 27 Nisan Muhtırasının
ertesi günü 28 nisan 2007 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatı
ile kamuoyuna yapılan açıklamada muhtıranın hükümete karşı bir bildiri olarak
algılandığı ve kabul edilmediği ifade ediliyordu. İktidar ve muhalefet
arasındaki bu çekişmeyi Anayasa mahkemesi 1 Mayıs 2007 tarihinde vermiş olduğu
karar ile noktalayacaktı. Mahkeme, 367
iddiasını kabul ediyor ve cumhurbaşkanlığı için yapılmış 1. Tur oylamayı
iptal ediyordu. Karar, cumhurbaşkanlığı için yapılacak 2. Tur oylamaya
geçilmeden önce açıklanmıştı.
Tüm bu yaşananlar sonrasında Ak Partinin
tek bir seçeneği kalıyordu o da milletin hakemliğine başvurmak. Mecliste alınan
erken genel seçim kararı sonrası Yüksek Seçim Kurulu 22 Temmuz 2007 tarihini
genel seçim tarihi olarak belirledi. Tabi ki henüz yeni bir cumhurbaşkanı
seçilemediği için Ahmet Necdet Sezer de yeni cumhurbaşkanı seçilinceye kadar
Çankaya Köşkü’nde oturmaya devam edecekti. Seçimler yapılana kadar geçen
süreçte ise meclis, anayasada köklü değişiklikleri içeren kararlara imza attı.
Siyasi tarihimizde 2007 anayasa değişiklikleri olarak adlandırılacak bu kararlar
şöyleydi. Cumhurbaşkanı meclis yerine doğrudan doğruya halk tarafından
seçilecek, görev süresi 7 yıldan 5 yıla indirilecek, bir kişi iki kere
cumhurbaşkanı seçilebilecekti. Mecliste kabul edilen bu kararlar cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilerek meclise geri gönderilmiş, ancak
meclisin yeniden kabulü sonrası Sezer, tekrar veto hakkı bulunmadığı için
onayladığı değişiklik paketini iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesine
taşımıştı. Anayasa Mahkemesi ise 05 temmuz 2007 de verdiği kararla iptal
istemini reddedecekti.
Tüm bu kargaşa içinde 22 Temmuz
2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde ise AKP oylarını daha da arttırdı.
Seçimin sürprizi ise MHP’nin barajı aşarak meclise girmesi oldu. Seçim sonrası
oluşan yeni meclisin öncelikli görevi 11. Cumhurbaşkanını seçmekti. Bu konuda
kilit rol üstlenen MHP oldu. Devlet Bahçeli yaptığı açıklamada cumhurbaşkanı
seçiminde meclise gireceklerini ifade edince düğüm de çözülmüş oluyordu. Ak Parti
Kayseri Milletvekili Abdullah Gül 28 Ağustos’ta yapılan üçüncü tur oylamada 339
oy alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanlığı
seçimi sonrası gözler mecliste kabul edilen ancak Sezer’in veto edip Anayasa Mahkemesinde
iptal davası açtığı 2007 Anayasa değişiklikleri için yapılacak referanduma
yönelmişti. 21 Ekim 2007 tarihinde yapılacak referandum sonuçları Türk siyasi
tarihinde parlamenter sistemde köklü değişim ve dönüşümleri de beraberinde
getirecekti. Ekim 2007’de halk % 69 oranıyla anayasa değişikliklerine evet
diyordu. Böylece 7 yıl sonra 2014 yılında Abdullah Gül’ün görev süresi
sonlandığında yerine seçilecek 12. Cumhurbaşkanını meclis yerine halk
belirleyecekti. Sonuç olarak 11. Cumhurbaşkanının belirlenmesinde ortaya çıkan
kriz çözümlenmiş, ülkenin hükümet sisteminde köklü bir değişimi de beraberinde
getirmişti. 2007 yılından sonra ama özellikle 2014 yılında halkın seçtiği
cumhurbaşkanının göreve başlaması ile birlikte hükümet sisteminin parlamenter
sistem değil yarı başkanlık sistemine dönüştüğüne dair tartışmalar daha da hız
kazanacaktı. Peki neydi bu yarı-başkanlık sistemi?
Parlamenter sistem ile başkanlık
sisteminin bir kısım özelliklerini içinde barındıran karma bir hükümet modelidir.
Parlamenter sistemde olduğu gibi yürütme organı iki başlıdır. Bir kanadında
devlet başkanı diğer kanadında ise başbakan ve bakanlardan oluşan kabine
bulunmaktadır. Ancak parlamenter sistemden farklı olup, başkanlık sistemine
benzer şekilde devlet başkanı halkın oyları ile belirlenir. Ve parlamenter
sistemdeki sembolik yetkilere sahip cumhurbaşkanına karşın bu sistemde devlet
başkanının yetkileri ve ağırlığı hissedilir derecede fazladır. Yarı başkanlık sisteminin belirleyici 3 teme
özelliği, halk tarafından seçilmiş devlet başkanının varlığı, devlet başkanının
önemli yetkilere sahip olması ve parlamentonun güvenine dayalı başbakan ve
bakanlardan oluşan kabinenin mevcudiyetidir. Dolayısıyla Türkiye’de 2007
anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi yönünde
yapılan düzenlemelerin yanı sıra 1982 anayasasında cumhurbaşkanına verilmiş
önemli yetkilerle birlikte değerlendirildiğinde pek çok kesim tarafından
ülkenin hükümet sisteminin parlamenter sistemden yarı başkanlık sistemine
dönüştüğüne dair güçlü kanaatlerin oluşmasına neden olmuştur.
2014 yılında ilk kez
gerçekleştirilen seçimler ile halkın seçtiği Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
seçimin akabinde gerçekleştirdiği söylemlerinde “alışılmış değil, koşan ve
terleyen bir cumhurbaşkanı” olacağını vurguluyordu. Nitekim 2007-2014 yılları
arasında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde güç ibresi yürütmenin
hükümet kanadına yönelmiş iken 2014-2017 yıllarında Recep Tayyip Erdoğan’ın
cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte dengeler devlet başkanlığı lehine
değişiyordu.
28 Ağustos 2014 tarihinde
mecliste yemin ederek göreve başlayan Erdoğan, yönetimin istikrarı ve iki
başlılığın önlenmesi, kuvvetler ayrılığının tesisi için kalıcı bir sistem
değişikliğinin gerekli olduğunu ve bunun da başkanlık sistemi yönünde olması
gerektiğini görev süreci boyunca dile getirecekti. Ne var ki Ak Parti, anayasa
değişikliğini ne mecliste tek başına yapabilecek ne de halk oyuna sunabilecek
çoğunluğa sahip değildi. Muhalefet partileri ise sistem değişikliğine destek
vermeye yanaşmıyorlardı.
Tarihler 15 Temmuz 2016’yı
gösterdiğinde ülkedeki siyasi atmosfer olağandışı bir yöne evrilecekti. Ordu
içerisindeki bir kısım teröristin kalkışma girişimi, halkın da gösterdiği
mukavemet sonucu bastırılmış yaşanan olaylar siyaset içerisindeki
kutuplaşmaları yumuşatmıştı. Bu durum
özellikle AKP ile MHP arasında yakınlaşmaya hatta iş birliğine dönüşecekti. 11 Ekim
2016 tarihinde Devlet Bahçeli, Ak Partinin, başkanlık sistemi ile ilgili
teklifini meclise getirmesi çağrısını yapıyor, meclisin ve milletin kararını
saygıyla karşılayacaklarını belirterek bir anlamda hükümet sistemi
değişikliğine yeşil ışık yakıyordu. Bahçeli ayrıca sözlerine şöyle devam
ediyordu “Bize göre, bilhassa 15 Temmuz’dan
sonra bu ihtiyaç acil bir hal almıştır. Türkiye’de hiçbir şey, 14 Temmuz’daki
gibi olmayacak, olamayacaktır. Milletimizin yeni bir soluğa, yeni bir hukuki
mutabakata yönelik çağrı ve talebi hissedilir ölçüde fazladır. Bunu görmezden
gelemeyiz, kulağımızın üstüne yatamayız.” Tüm bu gelişmeler üzerine AKP ve MHP arasında
kurulan bir komisyon anayasa değişikliği paketini hazırlayarak meclise
sunmuştur. Meclisteki oylama sonrası referanduma götürülen paket 16 Nisan 2017
tarihinde gerçekleşen referandum sonucunda oyların % 51,4’ünü alarak kabul
edilmiştir.
2017 referandumu sonucunda 1982
anayasasının 18 maddesinde değişiklik yapılmıştır. Buna göre cumhurbaşkanı
doğrudan halk tarafından seçilecek, başbakanlık makamı kaldırılarak bakanlar
kuruluna verilen yetkiler cumhurbaşkanına devredilecekti. Bu değişiklikler ile
birlikte parlamenter sistemin 2 kanatlı yürütme organı, başkanlık sisteminde
tek kanatlı yürütme organına dönüşüyor, başbakan ve kabinesinin yetkileri
devlet başkanında toplanıyordu. Böylece başkanlık sisteminin asli unsurları
olan başkanın halk tarafından seçilmesi, yürütmenin yasamanın güvenine
dayanmaması ve yürütmenin tek kişiden oluşması anayasa hükmü haline
getirilerek, başkanlık sistemine dönüşüm sağlanıyordu.
Türkiye anayasal düzlemde
başkanlık sistemine geçmişti ancak fiiliyatta 2007 anayasa değişikliklerine
göre 2014 yılında yine halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip
Erdoğan’ın görev süresi henüz dolmamıştı. Dolayısıyla Türkiye bir anlamda hala parlamenter
sistemle yarı başkanlık sistemi arasında
bir hükümet modeli ile yönetiliyordu. Anayasal değişikliklerin uygulanarak
başkanlık sistemine geçişi hızlandırmak için ilk adımı atan yine Devlet Bahçeli
oldu. 17 Nisan 2018 ‘de TBMM grup toplantısında MHP lideri Devlet Bahçeli erken
seçimin gerektiğini ve MHP’nin erken seçim tarih önerisinin 26 Ağustos 2018 olduğunu
belirtti. İktidarın çalışmaları neticesinde bu tarih daha da öne alınarak Türkiye
24 Haziran 2018 tarihinde hem meclis hem de cumhurbaşkanının belirlenmesi için
seçime gitti. Seçim sonucunda oyların % 52,59 alan Recep Tayyip Erdoğan’ın 09 Temmuz’da
yemin ederek göreve başlamasıyla Türkiye başkanlık sistemine bilfiil geçmiş
oluyor Erdoğan da başkanlık sisteminin ilk cumhurbaşkanı oluyordu.
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne
siyasi tarihimiz içinde çok farklı hükümet modelleri uygulanmıştır. Bugün gelinen
noktada hükümet sistemimiz üzerine tartışmalar sonlanmış değildir. Bir kesim parlamenter
sisteme geri dönülmesini savunurken bir kesim başkanlık sisteminde revizyona
ihtiyaç olduğunu öne sürmektedir. Siyaset düzlemindeki sorunların hükümet
sisteminden kaynaklı olduğu savını dile getirenler halen mevcuttur.
Kaynakça:
Anonim. “Türkiye Yeni Sistemine Nasıl Geçti? | Akademik Kaynak”.
Akademik Kaynak, 30 Temmuz 2018.
https://www.akademikkaynak.com/turkiye-yeni-sistemine-nasil-gecti.html.
Ayvaz, M. Erkut. “Aktif Cumhurbaşkanlığı
ve Siyasal Sistemin Dönüşümü (2014-2017)”. SETA, Eylül 2017.
https://www.setav.org/aktif-cumhurbaskanligi-ve-siyasal-sistemin-donusumu-2014-2017.
Çolak, Çağrı D., ve Abdullah Uzun. “TÜRK
SİYASAL HAYATINDA BAŞKANLIK SİSTEMİNİ GÜNDEME GETİREN LİDERLER: TÜRKEŞ,
DEMİREL, ÖZAL VE ERDOĞAN”. Journal of International Social Research 10,
sy 50 (2017): 196-214. https://doi.org/10.17719/jisr.2017.1651.
Erat, Veysel. “Türkiye’de
Cumhurbaşkanının Halk Tarafından Seçilmesinin Hükümet Sistemi”. Yönetim
Bilimleri Dergisi 13, sy 25 (2015): 325-55.
Güler, Jülide. “Anayasalara Göre Tarihsel
Süreç İçerisinde Devlet Başkanının Konumundaki Değişim”. Yüksek Lisans Tezi,
T.C. İstanbul Rumeli Üniversitesi, 2020.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/anayasalara-gore-tarihsel-surec-icerisinde-devlet-baskaninin-konumundaki-degisim-/542473.html.
Menek, Abdullah. “367 Garabeti ve 2007
Referandumu”. Şehir ve İrfan 4, sy 11-12 (2017).
Meti̇N, Abdullah, ve Serkan Ünal.
“YARI-MONARŞİDEN BAŞKANLIĞA TÜRKİYE’DE HÜKÜMET SİSTEMİNİN EVRİMİ”. Memleket
Siyaset Yönetim 17, sy 38 (2022): 479-514.
https://doi.org/10.56524/msydergi.1132558.
Özipek, Bekir Berat. “Türkiye Siyasetinde
2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi”. Liberal Düşünce 19, sy 75 (2014): 93-105.
Yorumlar
Yorum Gönder